Basın Ahlak İlkelerine uymaya söz vermiştir. Sitede yayınlanan yazılar ve yorumlardan yazarları sorumludur.
DAR KORİDOR: LİBERALİZMİN LİBERAL ISLAHI
Yazarlar Acemoğlu ile Robinson’un temel savı “özgürlüğün oluşması ve yeşermesi için hem devletin hem de toplumun güçlü olması gerektiği” dir.
Acemoğlu ile
Robinson, Ulusların Düşüşü’nde dünyadaki eşitsizliğe ve farklılıklara
odaklanmışlardı, Dar Koridor ise özgürlük hakkında. Özgürlüğü Locke’tan, devlet
tanımını da Hobbes’tan alarak Leviathan sözcüğünü kitap boyunca devletle
eşanlamlı kullanan yazarların temel savı “özgürlüğün
oluşması ve yeşermesi için hem devletin hem de toplumun güçlü olması
gerektiği”.
Liberalizmin yine liberal düşünce
kapsamında ıslahı (ya da örtük eleştirisi), özellikle 2008 krizinden sonra
büyük önem taşıyor. Liberal yazarların geçmişte ısrarla karşı çıktığı devletin
ekonomi üzerinde düzenleyici etkiye sahip olması, yeniden dağıtım ve sosyal
güvenlik alanında varlık göstermesi, eşitsizliğe karşı tedbirler alması gibi konular
diğer düşünce akımları tarafından zaten daha önce de savunulmaktaydı. Ancak bu
yaklaşımın liberal yazının çalışmalarında da yer alması birçok açıdan farklı
anlamlar taşıyor ve farklı sonuçlar doğuruyor.
Taşıdığı anlamı sonraya bırakıp
ilkin liberalizmin liberal ıslahının yarattığı sonuca değinecek olursak:
Liberal kalemlerden çıktıklarında, eşitsizlik ve devletin rolüne dair
tartışmaların medya, kamuoyu ve hükümetlerin ilgisine mazhar olma şansı
artıyor. Birkaç yıl önce Joseph E. Stiglitz’in ve Thomas Piketty’nin kitapları
bu tür bir ilgi yaratırken Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un 2013’te
yayımlanan kitabı Ulusların Düşüşü de
bu kervana katılmıştı.
Bu kitapların ortak bir yönü, yakın
zamana kadar liberal yazının göz ardı ettiği “Eşitsizlik”
konusuna odaklanmalarıydı. Bütün bu kitaplar sahiplerine önemli ödüller
getirdiler ve yüksek satış rakamlarına ulaştılar. Özellikle memleketlimiz
Acemoğlu’nun iktidar partisi ve mensupları tarafından ekonomi yönetiminde yer
almaya davet edilmesi, görüşlerinin yönetimin ilgisini çektiğini gösteriyor.
Acemoğlu ve Robinson’un yeni kitabı Dar Koridor’da gerçekten de bir ülkenin ekonomi yönetimini ilgilendiren somut bir öneriler listesi var, gelgelelim o ülke Türkiye değil ABD. Zaten Acemoğlu da muhtelif defalar tekrarlanan bu daveti nazikçe reddediyor.
ULUSLARIN DÜŞÜŞÜ VE DAR KORİDOR
Hemen
hatırlayalım; Acemoğlu ve Robinson, Ulusların Düşüşü’nde “Eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz (…)
Zengin ülkelerde bireyler daha sağlıklı, daha uzun ömürlü ve çok daha iyi
eğitimli. Tatillerden, kariyer seçeneklerine kadar, yoksul ülkelerin
insanlarının ancak hayalini kurabileceği çeşitlilikteki imkânlara ve seçeneklere
sahipler” diye söze girip “Bu farklılıkların niçin var olduğunu ve onlara neyin
sebep olduğunu anlamak bu kitaptaki asıl hedefimizdir” (Acemoğlu ve Robinson, 2013, s. 44-45) sözleriyle
amaçlarını açıklıyorlardı.
Dar Koridor’daysa “Bu kitap özgürlük hakkında” (Acemoğlu ve
Robinson, 2020, s. 11 ve s. 87) diyorlar. Dar Koridor, hangi
düşünce ailesine mensup olduğunu belirtircesine John Locke’un özgürlük
tanımıyla başlıyor, daha sonra şu sözlerle sosyal liberal yaklaşımda
konumlanıyor:
“Biz Locke’un tanımını geliştiriyoruz ve özgürlüğü
‘tahakkümün olmadığı durum’ olarak tanımlıyoruz. (…) Kritik nokta şudur:
Özgürlük sadece eylemlerimizi seçmekte serbest olduğumuz soyut fikrine
dayanmaz; aynı zamanda özgürlüğü kullanma yeterliliğini de içerir.” (2020, s. 25)
Özgürlüğü
Locke’tan aldıktan sonra devlet tanımını da Hobbes’tan alıyorlar ve kitap
boyunca Hobbes’un benzetmesinden yola çıkarak “Leviathan” sözcüğünü devletle
eşanlamlı kullanıyorlar. Kitabın temel savını yazarlar şöyle özetliyor:
“Bu kitaptaki iddiamız, özgürlüğün oluşması ve
yeşermesi için hem devletin hem de toplumun güçlü olması gerektiğidir. Şiddeti
engelleyecek, yasaları uygulayacak ve insanların kendi tercihlerini yapıp
hayata geçirmeleri için hayati öneme sahip kamu hizmetlerini sunacak güçlü bir devlete
ihtiyaç vardır. Devleti denetlemek ve sınırlamak içinse güçlü ve hareketli bir
topluma…” (2020, s. 16)
PEKİ NEDEN “DAR
KORİDOR”? ÇÜNKÜ:
“Despotik devletlerin yol açtığı korku ve baskı ile
devletin yokluğu sonucunda ortaya çıkan şiddet ve kanunsuzluğun arasında
sıkışmak, özgürlüğe giden dar bir koridordur. İşte bu koridorda devlet ile
toplum birbirlerini dengeler.” (2020, s.
16)
Aslında bu
düşüncenin ilk nüvesini Ulusların Düşüşü’nde de görmüştük.
Ulusların Düşüşü’nün temel savı fakir ve zengin ülkeler arasındaki
farkın, ülkelerin “kapsayıcı ekonomik ve siyasal
kurumlara” sahip olması ile “sömürücü ekonomik ve siyasal kurumlara”
sahip olması arasındaki farktan kaynaklandığıydı. Ekonomi ile siyaseti yapısal
boyutlarıyla birbirine bağlayan bu sav kapsamında devletin rolü şöyle
değerlendiriliyordu:
“Çoğulculuk ve kapsayıcı ekonomik kurumlar arasında
yakın bir ilişki olduğu açıktır. Fakat anlaşılması gereken asıl önemli nokta,
Güney Kore ve Birleşik Devletler’in kapsayıcı ekonomik kurumlara sahip
olmalarının nedeni yalnızca çoğulcu siyasal kurumlarının olması değildir; aynı
zamanda yeterince merkezileşmiş ve güçlü devletlerinin olmasıdır.” (2013, s. 80)
Dar Koridor’a göre bu devletin denetlenmesi görevi, aynen onun
gibi güçlü, örgütlü ve hareketli bir topluma düşmekte. Güçlü ve merkezi devlet
ve karşısında güçlü ve hareketli toplum: Dar koridorun iki duvarı. Bu kuramsal
çerçevenin sunulmasının ardından kitap bu çerçevenin olabildiğince çok sayıda
ve çeşitlilikteki durumlara uygulanmasını içeriyor.
Öyle ki Antikçağ
Yunanistan’ından Kongo’ya, bağımsızlık öncesi Hindistan’dan Antik Çin’e,
Kolombiya’dan Tacikistan’a, günümüz ABD’sinden Ortaçağ Avrupa’sına ve daha
sayısız ülkenin sayısız dönemine yolculuk ederken insan kendisini fantastik bir
macerada hissediyor.
Aynı
yöntem Ulusların Düşüşü’nde de benimsenmişti ancak örnekler bu
denli zengin ve çeşitli değildi.
Yine Ulusların
Düşüşü’nde, 14. yüzyıldaki veba salgını, İngiltere’deki Sanayi devrimi gibi
bazı büyük tarihsel olayların farklı ülkelerin ekonomik ve siyasi kurumlarını
nasıl etkilediği tartışılmıştı. Bu tartışma Dar Koridor’da devam
ediyor ve bu konuda yazarlar kendi iki kitaplarını kıyaslıyorlar:
“Önceki kitabımız Ulusların Düşüşü’ne aşina olan
okurlar, yapısal faktörlerin farklı sonuçlarına dair burada yürüttüğümüz
tartışmayla, önceki kitabımızda ele aldığımız kritik dönemeçlerde küçük
kurumsal farklılıkların rolü arasında bazı paralellikler bulacaklardır. (…)
Burada teorimizi biraz daha ileriye götürüyoruz çünkü despotik devletlerin
denetimindeki toplumlarla hiçbir merkezi otoriteye sahip olmayan toplumlar
arasında fark yaratıyoruz. Ayrıca teorimiz daha açık biçimde devlet
kapasitesinin dinamiklerine konsantre oluyor ve toplumun devleti ve seçkinleri
denetleme yeteneğine odaklanıyor. (…) Bu yaklaşım söz konusu farklılıkların
dinamik sonuçlarını önceki kitabımızın ötesine geçerek, daha fazla açıklığa
kavuşturuyor.” (2020, s. 315)
Bu sayede
örneğin veba salgınının getirdiği nüfus azalmasının köylülerin topraktan
ayrılmasına neden olduğunu, bunun da otoritenin halk meclisleriyle denetlendiği
Batı Avrupa’da Doğu’ya göre kurumsal yapıyı daha çok etkileyerek feodalizme
darbe vurduğunu öğreniyoruz.
Ulusların
Düşüşü’nün vardığı temel noktalardan biri,
kapsayıcı ekonomik kurumların (burada kastedilen özellikle fikri mülkiyet
hakkının korunması ve krediye erişimin kolaylaşmasıdır) toplumun her kesiminden
insanların yenilik üretme kapasitesini teşvik etmesinin, ekonominin asıl
sürdürülebilir dinamiğini oluşturmasıydı. Dar gelirli bir ailenin yedinci
çocuğu olan Edison’un hikâyesi bu bağlamda çarpıcı bir örnek olarak
veriliyordu. Şöyle diyordu Acemoğlu ve Robinson:
“Kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlarla refah
arasındaki bağlantı, kuramımızın odak noktasını oluşturuyor. Mülkiyet haklarını
hayata geçiren, eşit rekabet şartları sağlayan ve yeni teknoloji ve becerilere
yatırım yapmayı teşvik eden kapsayıcı ekonomik kurumlar, ekonomik büyüme
konusunda (…) sömürücü ekonomik kurumlardan daha elverişlidir.” (2013, s. 407)
Benzer ve
tamamlayıcı şekilde Dar Koridor’da da yenilikçiliğin despotik bir
ekonomik yapıda gelişemeyeceği, ancak koridor içinde yaşam alanı bulacağı ileri
sürülüyor:
“[Çin kast edilerek] Kaynaklarınızı patentlere,
üniversitelere, yeni teknolojilere aktarabilir, hatta başarı için büyük ödüller
koyabilirsiniz (…). Fakat eğer deneyimlemenin delişmen, düzensiz ve itaatsiz
doğasını yaratamıyorsanız bu yeterli olmayacaktır. Koridorun dışındaki hiçbir
toplum bugüne kadar bunu başarabilmiş değildir.” (2020, s. 268)
Nihayet,
yazarların yeni kitabı da önceki gibi ekonomi ile siyaseti birleştirmekle
birlikte ekonomi perspektifinin asli olduğu ve ekonomik başarı için ipucu arama
hedefinin varlığı kendisini hissettiriyor.
Acemoğlu ile Robinson’un bilindik
liberal kuramcılarla kesiştikleri çok önemli noktalar da var. Bunların başında
da devletsiz toplumların geliştirdiği toplumsal kuralların özgürlüğü engelleyici
rolü geliyor. Yazarlar buna “normlar kafesi” diyorlar ve kimi örneklerde
normlar kafesinin çatışmayı önleyici bir rol oynayabildiğini saptıyorlar.
Yazarlara göre normlar kafesi her ne kadar çatışmasız bir ortamın oluşmasını
sağlayabiliyorsa da bunu bireyler üzerinde yaptırım korkusuna dayanan boğucu
bir kontrol mekanizması inşa ederek yapmakta.
Çoğu zaman seçkinlerin lehine
işleyen bu denetleyici toplumsal normlar gücün merkezileşmesine karşı
şüpheciliği de içinde barındırıyor; ne de olsa eşitlik ilişkisini bozan ilk
seçkin, denetlenemeyen bir güce sahip olacaktır. Bu özelliğinden ötürü normlar
kafesi devletin kuruluşu sürecinde ayak bağı olmakta. Öyle ki merkezi ve güçlü
bir devlet oluşumu süreçlerinde hukuk reformlarıyla normlar kafesinin
sınırlayıcı etkisinden kurtulmak (kafesi parçalamak) gerekiyor.
Acemoğlu ve Robinson’un bu aşamada
yapılan hukuk reformlarını Antik Yunanistan’da, Afrika’da, Hawaii’de ve başka
yerlerde saptarken titiz bir hukuk tarihi çalışması yaptığının altını çizmek
gerek. Zira burada kamu otoritesini kurmanın yolu sadece merkezi karar
mekanizmaları kurmaktan geçmiyor; bireyleri bazı toplumsal yükümlülüklerden
(borcu karşılığında hapsedilmek, toprağa bağlılık, zorunlu çalıştırma, vb.)
azade kılmaktan geçiyor.
Yazarlara göre normlar kafesi
parçalanıp merkezi bir devlet kurulurken, toplumun seçkin olmayan kesimlerini
kapsayan denetleyici normların da (örneğin geleneksel halk meclisleri ya da
yöneticiden hesap sorma mekanizmaları) kurumsal denetleme mekanizmalarına
dönüştürülerek yeni otoritenin çevrelenmesi son derece önemli. Toplumun devleti
denetlemek gibi hayati bir işlevi yerine getirme kapasitesine sahip olması
gerektiği fikri, kitabın temel savlarından.
Yazarların temel bir kaygısı, güçlü
Leviathan’ın adını aldığı söylendeki gibi bir canavara dönüşmesi. Acemoğlu ve
Robinson, savundukları devletin asla böyle bir nitelikte olmadığının üzerinde
ısrarla duruyorlar, öyle ki despotik devlet Leviathan ise, özgürlüğün
gelişmesini sağlaması umulan, arzu edilen devleti “Prangalanmış Leviathan”
olarak adlandırıyorlar.
“Fakat bu devlet
Hobbes’un tahayyül ettiği gibi mutlak ve sınırsız güce sahip bir deniz canavarı
değil, prangalanmış bir devlet olmalıdır. Yasaları uygulama, şiddeti denetim
altına alma, ihtilafları çözme ve kamu hizmetlerini sağlama kapasitesi olan [ki
yazarlar daha sonra buna yeniden dağıtım ve sosyal güvenlik gibi unsurları da
ekliyorlar – MCY] ama aynı zamanda kendine güvenen ve iyi örgütlenmiş bir
toplum tarafından ehlileştirilmiş ve denetim altına alınmış bir devlete
ihtiyacımız vardır.” (2020,
s. 45)
Başka bir yerde de şöyle diyor
yazarlar:
“Devletin gücü ve
toplumun onu denetleme kapasitesi arasında bir denge oluştuğunda oldukça farklı
bir örnek olan Prangalanmış Leviathan ortaya çıkar. Bu, ihtilafları
hakkaniyetle çözebilen ve boyunduruk altına girmeyi engelleyebilen, özgürlüğün
ana temellerini ortaya koyabilen Leviathan’dır. Bu, insanların
denetleyebileceklerine inandıkları için kapasitesini artırmasına izin
verdikleri Leviathan’dır.” (2020, s. 88)
O halde kitaptan alınan aşağıdaki
şekil (2020, s. 89), devletin ve toplumun güçlerini iki değişken olarak alıyor
ve kitaba adını veren dar koridoru gösteriyor:
Özgürlüğün gelişmesi için ideal
devlet tipi olan Prangalanmış Leviathan’ın yaşam alanı dar koridorun içinden
ibaret; şeklin solunda toplum gücü azken devlet gücünün arttığı durumda
Despotik Leviathan, aşağıda devlet gücü azken toplumun gücünün arttığı durumda da
devletsizlik ya da Namevcut Leviathan durumları ortaya çıkıyor.
Devlet otoritesini sağlamak nasıl
zorlu, dinamik ve süreklilik gerektiren bir süreçse, onu sınırlamak da aynı
şekilde zorlu ve sürekli uyanık olmayı gerektiren bir süreç. Başka türlü
söylersek, yukarıdaki şekilde ideal noktaya ulaşmakla iş bitmiyor. Koridorda
kalmak sürekli bir çaba istiyor.
Yazarlar bu sürekli çabayı, Alice’in
Harikalar Diyarında karşılaştığı, hep aynı yerde kalmak için sürekli koşması
gereken Kızıl Kraliçe’nin devinimine benzetiyorlar ve buradan hareketle buna
“Kızıl Kraliçe etkisi” ismini veriyorlar. Öte yandan şekilde yer verilen
değişkenlerin ve bu değişkenlere göre tanımlanan devlet ve toplum yapılarının
devingen doğası, Despotik Leviathan’ın ya da Namevcut Leviathan’ın koridora
girebileceği anlamını da taşıyor, koridordaki Prangalanmış Leviathan’ın
duvarları yıkıp dışarı çıkabileceği anlamını da.
Acemoğlu ve Robinson’un günümüz
dünyasına dair uyarısı burada yatıyor: Toplumun devleti denetleme gücünün
akamete uğraması, demokratik kurumların yıpranması, ihtilafları çözme gücünün
yitirilmesi o devletin Prangalanmış olma niteliğini de kaybetmesine yol
açabilir. Bu noktada toplumsal dinamiği harekete geçirme iddiası popülist bir
harekete dönüşerek vaat ettiğinin aksine despotizmi güçlendirmeye yönelebilir.
Birçok ülke için güncel tehlike budur.
“İktisadi
kazanımlardan istifade edemeyen, gücün seçkinlerde olduğunu hisseden ve
kurumlara güvenini yitiren bir toplum. Farklı partiler arasındaki mücadelenin
giderek kutuplaşması ve sıfır toplamlı hale dönüşmesi. Kurumların ihtilafları
çözmede ve aracılık etmede yetersiz kalması. Kurumları daha da
istikrarsızlaştıran ve onlara duyulan güvenin içini boşaltan bir ekonomik kriz…
Seçkinlere karşı halkı savunduğunu iddia eden, halka daha iyi hizmet etmek için
kurumsal denetimlerin gevşetilmesini talep eden bir tek adam. Tanıdık geliyor
mu?” (2020,
s. 472)
Evet, geliyor. Burada anlatılan
sürecin Nazi Almanya’sı örneğinden yola çıkılarak tasvir edildiğini not
etmeninse pek rahatlatıcı bir etkisi yok. Devletin despotlaşmasında etkili olan
şey, toplumun kutuplaşması ve böylece kontrol mekanizmalarının devre dışı
bırakılması olarak karşımıza çıkıyor. O halde bu mekanizmaların doğasını,
toplumsal denetimin ne olduğunu ya da ne olmadığını daha iyi anlamakta fayda
var.
Kökünü toplumsal normlarda bulan,
uzun vadede gelişen ve sonuçta Leviathan’ı prangalayan bu kapasite basitçe
tepeden inme siyasi kurumlarla oluşturulamaz. Uzun bir sürecin sonucunda
gelişir ve sürekli aktif olan bir toplumun siyasi kurumlara güven duyması ve
katılımıyla sağlanabilir. Yazarlar bunu şöyle ifade ediyorlar:
“Özgürlüğün
ortaya çıkışını Batılı kurumların veya anayasal tasarımların erdemlerine ve
sürekli yükselişlerine atfeden bir bakış açısının tersine, biz çok daha
karmaşık ve planlanması kolay olmayan bir sürecin sonucu olarak görüyoruz.
Özgürlük tasarım yoluyla inşa edilemez ve akıbeti zekice bir denetim ve denge
sistemiyle güvence altına alınamaz. Bunun olabilmesi için toplumun
hareketliliği, uyanıklığı ve kararlılığı gereklidir. Toplumun her şeyiyle
koşmasına ihtiyaç vardır!” (2020, s. 92)
“Her şeyiyle koşmak” derken kitabın
sonuna sakladıkları örnek çok çarpıcı: ABD’de sinema sektöründe taciz gören
kadınların “Me too” (“Ben de”) başlıklı Twitter kampanyasıyla kısa sürede, tabandan
gelen, geniş katılımlı ve en azından New York’ta yerel bir yasa çıkmasını
sağlayacak kadar etkili ve örgütlü bir hareket başlatması.
Gelelim Acemoğlu ve Robinson’un
çalışmasının bize göre en özgün ve çarpıcı yönüne. Liberal düzenin yaptığı en
büyük tahribat eşitlik üzerineydi ve ilk dalgada liberal yazarların
eşitlik-eşitsizlik konusuna odaklanması yerindeydi. Bunun ötesinde, liberal
dönemde ideal olarak sunulan ABD ve Avrupa (genel olarak Batı) ekonomik ve
siyasi düzenlerinin arsızca bir genel geçerlik iddiasıyla dünyanın geri
kalanına dayatılması, yıkıcı etkileri olan bir başka sorundu. Batı merkezci ve
çizgisel tarih anlayışını yansıtan bu yaklaşım dünyaya tek tipleştirici bir
gözlükle baktı. IMF programlarının kopyala-yapıştır yöntemiyle birbirinden çok
farkı yapısal koşullara sahip ülkelere dayatıldığını anımsamak yeterli.
Diğer yandan Batı merkezcilik, ideal
örneği lekelememek adına Batı dünyasının kendi iç sorunlarına karşı da kayıtsız
kaldı ve ABD ile Batı Avrupa’yı sorunsuz örnekler olarak sundu. Güney ya da
Doğu ülkelerine düşense sadece ellerine tutuşturulan reçeteyi uygulayarak
Batı’nın çoktan kat ettiği tarih çizgisinde yürümekti.
Acemoğlu ve Robinson işte bu
yukarıdan bakışın liberal teoriye ciddi zarar verdiğini fark etmiş görünüyor ve
eşitlik-eşitsizliğe göre daha çetin olan bu sorunla yüzleşiyorlar. Dikkat
çekici bir yetkinlikle baş döndürecek kadar çok ülkeden ve dönemden örnekler
üzerinde sınıyorlar kuramlarını. Bir parantez açalım: 2000’lerden bugüne özet
bir anlatımla Türkiye de örnekler arasında yer alıyor, koridora girme şansı
varken fırsatı kaçıranların anlatıldığı kısımda… Elbette çok sayıdaki örnekten çıkan sonuç
daima sorunsuz Batı ve tek sorunu onu izlemekte yetersiz kalan dünyanın geri
kalanı ikiliği değil. Koridora girmenin ve orada kalmanın tek bir reçetesi de
yok. “Fakat kuramımızın açıklığa kavuşturduğu durum, bütün ülkelerin aynı
yoldan ilerleyeceğini varsayamayacağımız gerçeğidir.” (2020, s. 91) “Niçin
Avrupa?” başlıklı altbölümde Batı merkezcilikle açık bir hesaplaşma başlıyor:
“Ortaçağ’dan çok önce
Avrupa’nın sahip olduğu kendine özgü bazı ayırt edici özellikleri nedeniyle
siyasi ve iktisadi yükselişinin kaçınılmaz olduğunu söyleyen birçok kuram
mevcuttur. Bu özellikleri arasında Yahudi-Hıristiyan kültürünü, benzersiz
coğrafyasını, Avrupa değerlerini (her ne demekse) sayarlar. Bizim açıklamamız
bu görüşlerle taban tabana zıttır.
Erken Avrupa tarihinde
Prangalanmış Leviathan’ın yükselişini önceden belirleyen, Avrupa makasının iki
bıçağının, yani Roma İmparatorluğu’nun devlet kurumları ile Germen
kabilelerinin katılımcı norm ve kurumlarının yarattığı rastlantısal güç dengesi
dışında özgün hiçbir şeyi yoktu. (…)
Fakat buradaki ana ilke –bir ülkenin
koridora girebilmek için güçlü ve merkeziyetçi devlet kurumları ile, devlete
karşı kendisini koruyabilecek ve seçkinlerini prangalayabilecek iddialı ve
hareketli bir toplum arasında denge kurması gerektiği– daha genele
uyarlanabilir. (…) Bu denge sadece Avrupa’ya özgü değildir ve daha önceki
bölümde gördüğümüz ve ileride de tekrar göreceğimiz gibi, farklı koşullarda,
coğrafyalarda ve kültürel ortamlarda da ortaya çıkmıştır.” (2020, s. 231-232)
Güney Amerika’dan ve Afrika’dan
verilen örneklerde çok başarılı uygulamalar dikkat çekerken Avrupa’nın farklı
dönemlerinden verilen örnekler Despotik Leviathan’ı, Namevcut Leviathan’ı ya da
koridordan çıkışları içeriyor. Bu noktada James A. Robinson’un Bolivya, Kongo,
Sierra Leone, Haiti ve Kolombiya’da araştırma yapmasının ve uzun yıllardır
Kolombiya’da ders vermesinin kitaba büyük katkısı olduğunu tahmin etmek mümkün.
Batı merkezciliğin tek ayağı Avrupa değil elbet; yazarlar ABD tarihinin ve
bugününün idealleştirilmesine karşı da konumlanıyorlar.
“Amerikan tarihinin standart
anlatısı, Anayasa’nın oluşumunda verilen tavizlerin tahripkâr sonuçlarını
görmezden gelir.” (2020, s. 361)
İdeal, eşitlikçi ve özgürlüklerin
teminatı olan ABD anayasasının ta başta verdiği taviz, Güney’in desteğini
sağlamak adına köleliği sürdürmeye imkân sağlayan açıkların kasten bırakılması
ve böylece günümüze kadar etkisini sürdüren bir istisna düzeninin oluşmasıydı.
Yazarlar bunu Faust’un şeytanla pazarlığına benzetiyorlar. Günümüzde dahi
Afro-Amerikalıların maruz kaldığı sistematik ayrımcılık ve şiddetin kökenlerini
cesurca sorguluyorlar. Anayasayı kaleme alan ve standart anlatıda kutsallık
halesiyle kuşatılan federalistlerin göz ardı ettiği bir diğer kesim de
kadınlar. Hem ABD’de hem de Avrupa’da kadınların geçmişte ve bugün maruz
kaldıkları haksızlıklar ve verdikleri hak mücadelesi de kitapta yer alıyor.
Koridordan çıkan ülkelerden hareketle koridordan çıkma tehlikesinin ele
alındığı pasajda kışkırtıcı bir şekilde “Fakat bu Birleşik Devletler’de olamaz
değil mi? Yoksa olabilir mi?” (2020, s. 472) diye soruyorlar.
İkiye bölünmüş şehir: Solda ABD'ye ait
Nogales Arizona, sınırın sağ tarafında Nogales Sonora.
Bu noktada benzer bir adilane
tutumun daha önce Ulusların Düşüşü’nde de benimsendiğini hatırlatmak isteriz. 2013’te
yayımlanan bu kitabın belki en çarpıcı yönü, sorunu ortaya koymaktaki
başarısıydı. Kitabın ilk cümlesi “Nogales kenti bir çitle ikiye ayrılır” (2013,
s. 15) der.
Bunlar ABD sınırı içinde kalan,
gençlerin okula gittiği, yaşam süresinin uzun olduğu, yaşlıların sağlık
sigortasından yararlandığı, elektrik, telefon, halk sağlığı, kanalizasyon ve
yol ağının hak olarak görüldüğü, suçla sık karşılaşılmayan Nogales Arizona ile
hane başına ortalama gelirin çitin diğer yanına göre 3’te 1’i düzeyinde
kaldığı, çoğunluğun okula gidemediği, bebek ölüm oranının yüksek olduğu, yüksek
suç oranına karşı devletin etkisiz kaldığı, sosyal tesislerden yoksun Nogales
Sonora’dır.
Kentin iki yarısı arasındaki fark
açık olduğu kadar bunun coğrafi, kültürel, iklimsel bir nedeninin olmadığı veya
fakir ülke yöneticilerinin ülkelerini nasıl zengin hale getireceğini
bilememelerinden kaynaklanmadığı da açıktır. Fark, kentin iki yarısının dahil
olduğu farklı devletlerin, ABD ve Meksika’nın tarihsel kökenlerinde ekonomik ve
siyasi kurumların birbirinden farklı gelişmesidir. Özetle Meksika’nın İspanyol
sömürgesi olduğu dönemde sömürü kurumları gelişirken ABD’de arzu edilmesine rağmen bu sağlanamadı.
Yani söz konusu olan sömürgeci bir
güç olarak İngilizlerin iyi niyeti ya da ABD’lilerin Meksikalılara karşı onları
üstün kılan bir erdemi değil, tamamen rastlantısal koşullarla şekillenen
kurumlardı.
Dar Koridor’a dönecek olursak, yazarlar
liberal Batı merkezciliğe ve çizgisel tarih anlayışına karşı konumlanırken özetle
şu sonuca varıyorlar:
“Prangalanmış
Leviathan oluşturmanın evrensel bir yolu olmadığı gibi koridorun da tek bir
giriş kapısı yoktur. Her ülkenin olanakları, kendi özgün tarihiyle, olası
koalisyon türleri ve uzlaşmalarla ve devlet ile toplum arasında oluşan dengeyle
şekillenir.” (2020,
s. 481)
Devlet ile toplum arasında özgürlük
ortamını sağlayabilecek dengenin kurulması, genele uyarlanabilecek soyut bir
ilke olarak tanımlanıyor. Kimse bu ilkenin sahibi olmadığı gibi bunu başarmak
da geleceği garanti altına almıyor ve değindiğimiz gibi kriz dönemlerinde
yükselen popülizm tehlikesi örneğinde olduğu gibi, bir ülkeyi koridor dışına
çıkartabilecek tehlikeler karşısında sürekli uyanık olmak gerekiyor.
Acemoğlu ve Robinson’un liberal
düşünceyi içeriden ıslah etme çabasının doruk noktası, şüphesiz prangalanmış da
olsa güçlü ve merkezi devletin önemine yapılan vurguda. Bu düşüncenin büyük
krizden önceki dönemde hâkim olan liberal kurgudan ciddi ölçüde farklılaştığı
göze çarpıyor. 20. yüzyılın önde gelen liberal kuramcılarını şöyle bir
hatırlayacak olursak; güçlü ve merkezi devletten bu denli ısrarla bahseden bir
kitap Hayek, Popper ya da Friedman tarafından büyük ihtimalle komünist olmakla
yaftalanırdı.
1980’lerden en azından 2008’e kadar
uzanan süreçte dünyanın çoğu ülkesinde hükümetlerin takip ettiği yol, işte bu
kuramcıların çizdiği yoldu. Küreselleşme ve gelişen ulaşım ve iletişim
teknolojilerinin sağladığı imkânlar bu süreçte muazzam bir ekonomik büyümeyi
tetiklerken, bu büyümenin kazanımlarının az çok adilane paylaşılmasını
sağlayabilecek düzenleyici devlet anlayışını da yok etti.
İşte liberalizmin liberal yazarların
kaleminde ıslah edilmesi girişiminin taşıdığı anlam burada yatıyor. Liberal
düşüncenin günümüzdeki temsilcileri “de” piyasalar üzerinde düzenleyici role
sahip güçlü bir merkezi devlet anlayışını savunduğuna göre sınırsızca
“bırakınız yapsınlar” diyen hiç kimse kalmadı demektir. 2008 öncesinden bugüne
baktığımızda bu, temel bir değişimdir. Geleneksel liberalizmin reddettiği güçlü
devlet, Acemoğlu ve Robinson için koridorun bir duvarını oluşturacak kadar
önemli.
Burada (ve sadece burada) Acemoğlu
ve Robinson klasik ekolle isim vererek açıktan hesaplaşıyorlar. Kitabın son
bölümünde, 1940’ların ikinci yarısında savaş yıkımından sonra İngiltere’de
sosyal devlete dair çıkartılan yeni yasaları içeren Beveridge Raporu’na
Hayek’in karşı çıkışı ele alınıyor. Hayek’in derdi, sosyal politikaların
merkezi ve güçlü bir devlet oluşumuna, dolayısıyla totaliterliğe yol açması
ihtimaliydi. Acemoğlu ve Robinson (Hayek’in de gözleyebileceği) İsveç’in
1930’larda geliştirdiği, farklı kesimlerin koalisyonuna dayanan sosyal devlet
modelini örnek alarak Hayek’e yanıt veriyorlar:
“İnsanlığın
gelişmesinin büyük bölümü, yeni sorunlarla baş edebilmek için devletin rolü ve
kapasitesinin artmasına ve bu arada toplumun da daha güçlü hale gelmesine ve
her zaman tetikte olmasına bağlıdır. Devlet kapasitesinin gelişimini
olgunlaşmadan engellemek, insani gelişime zarar verecektir. Devletin sorumluluk
alanlarını iktisadi ve toplumsal kriz zamanlarında genişletmesi özellikle
önemlidir. Britanya’da
Beveridge Raporu böyle bir krize yanıttı.
Bu nedenle Hayek’in hatası iki
ayaklıdır. Birincisi, Kızıl Kraliçe’nin gücünü
öngörememiş ve bu gücün Prangalanmış Leviathan’ı koridorda tutabileceğinin
farkına varamamıştır. Belki de şaşırtıcı olmayan ikinci unsur ise çok daha açık
olan bir olguyu görememesidir: yeniden bölüşüm, sosyal güvenlik ağı oluşturması
ve giderek karmaşıklaşan ekonominin düzenlenmesi gibi rollerin 20. yüzyılın ilk
yarısında zaten ortaya çıkmış olan devlet tarafından üstlenilmesi gereği.”
(2020, s. 515-516)
Yazarların “Devlet ekonomiye ne
kadar müdahale etmelidir?” sorusuna yanıtları liberalizm adına yeni:
“Önemli olan nokta
kamu müdahalesinin, sosyal güvenlik ve eşitsizliği sınırlamaya yönelik yeniden
dağıtım için de gerekli olmasıdır.” (2020, s. 522)
Bu çerçevenin temelde Hayek’in
devlete biçtiği rolle uyumlu olduğunu ileri sürseler de, son 40 yıldaki
uygulamaları ve sonuçlarını göz önünde bulundurduğumuzda öyle olmadığını
rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sonuç olarak Acemoğlu ve Robinson’un Dar Koridor’u önümüzdeki dönemde diğer liberal yazarlar ve daha önemlisi karar alıcılar üzerinde etkisi olacak bir çalışma. Bu etkiyi sağlamanın yolu da Acemoğlu’nu Türkiye’de siyasete atılmaya davet etmekten ziyade her iki yazarın da çalışmalarını takip etmekten geçiyor olsa gerek.
Mehmet Cevat Yıldırım
@ #ÖkkeşBölükbaşı © #medyagunebakis.com, #ToplumsalMuhalefet,
Trabzonlular Birleşiniz. Trabzonlu İşadamları, İşkadınları, Çalışanlar, Genç Kızlar-Erkekler, Okuyan çocuklar Birlik ve Bütünlüğü Sağlamak Sizin Ellerinizde..!
Yazının devamı »Copyright 2022 - MEDYA GÜNEBAKIŞ
Designed by TELMAR
BACK TO TOP