DİN, DEVLET VE LAİKLİK

Din, bir inanç işi olduğu kadar uygulamalı bir hayat biçimidir. Din emirler getiren, yasaklar koyan ilahı bir yasadır. Dindar kişinin, bu emirlerin gereklerini yerine getirmesi, yasaklanan emir ve davranışlardan kaçınması gerekir.

Paylas:
  • Facebook'da Paylaş
  • Twitter'da Paylaş

DİN, DEVLET VE LAİKLİK (*)

 

Din, bir inanç işi olduğu kadar uygulamalı bir hayat biçimidir. Din emirler getiren, yasaklar koyan ilahı bir yasadır. Dindar kişinin, bu emirlerin gereklerini yerine getirmesi, yasaklanan emir ve davranışlardan kaçınması gerekir.

Bu tutum kişi için manevi bir borçtur. Ne var ki, dindar kişi yalnız değildir, bu kişi aynı zamanda bir siyasal toplum içinde yaşamaktadır. Bir devletin yurttaşıdır, bağlı olduğu devletin koyduğu yasaklara verdiği emirlere uyması devletin yasalarıyla gösterdiği yolda yürümesi de zorunludur. Bu kişi için yurttaşlık görevidir. Böylece kişi iki tür görev ve zorunluluk karşısındadır.

Birincisi; kişinin dini görevi ve bunun doğurduğu manevi yaptırımlar,

İkincisi; kişinin yurttaşlık görevi ve bundan doğan hukuki yaptırımlardır.

Devletin resmi bir dini olduğu zaman, dini ve hukuki-siyasal görev ve yaptırımlar birbiri içine girmiştir. Dine itaat eden kişi, devlete itaat etmiş ve devlete itaat eden kişi de dine itaat etmiş olur.

Mabet ve devlet birlikte yürüyünce, devletin yasaları ve yasakları gücünü dinden alır, bir anlamda devlet dinin bekçiliğini yapar. Bu durum Avrupa’da 16. Yüzyıldan başlayarak, Osmanlı İmparatorluğuna ise, Tanzimat’tan yani 19. Yüz yılan başlayarak değişmeye başlamıştır.

 

Din ve devlet ilişkileri tarihine bakıldığı zaman, dini güç sahipleri ile  siyasal güç sahipleri arasında  rekabet ve üstünlük mücadeleleri ile dolu olduğu görülür.

Din ve devletten her biri   elindeki gücü açık ya da gizli olarak diğeri aleyhine tahrik edip kullanması ve kişiyi tümüyle kendi gücü  altına almak istemesinin tarihte sayısız örnekleri vardır.

Ne var ki bir toplumda güçler arasındaki üstünlük mücadelesi ve çatışması kabul edilemez. Ülkede barış ve düzen, din ve devletin yan yana, barışık bir durumda yaşamalarını zorunlu kılar. Günümüzde, batı uygarlığında, dini hayat ile iş hayatı, sosyal ve siyasal hayat ve ilişkiler birbirinden ayrılmıştır. Bu toplumlarda din özgürlüğü ve laiklik gerçekleşmiş durumdadır.

 

Devletin resmi bir dini olduğu zaman, dini ve hukuki-siyasal görev ve yaptırımlar birbiri içine girmiştir.

Dine itaat eden kişi , devlete itaat etmiş ve devlete itaat eden kişi de dine itaat etmiş olur. Mabet ve devlet birlikte yürüyünce, devletin yasaları ve yasakları gücünü dinden alır, bir anlamda devlet dinin bekçiliğini yapar. Bu durum Avrupa’da 16. Yüzyıldan başlayarak, Osmanlı İmparatorluğuna ise, Tanzimat’tan yani 19. Yüz yılan başlayarak değişmeye başlamıştır.

Din ve devlet ilişkileri tarihine bakıldığı zaman, dini güç sahipleri ile  siyasal güç sahipleri arasında  rekabet ve üstünlük mücadeleleri ile dolu olduğu görülür. Din ve devletten her biri   elindeki gücü açık ya da gizli olarak diğeri aleyhine tahrik edip kullanması ve kişiyi tümüyle kendi gücü  altına almak istemesinin tarihte sayısız örnekleri vardır.

Ne var ki bir toplumda güçler arasındaki üstünlük mücadelesi ve çatışması kabul edilemez. Ülkede barış ve düzen, din ve devletin yan yana, barışık bir durumda yaşamalarını zorunlu kılar. Günümüzde, batı uygarlığında, dini hayat ile iş hayatı, sosyal ve siyasal hayat ve ilişkiler birbirinden ayrılmıştır. Bu toplumlarda din özgürlüğü ve laiklik gerçekleşmiş durumdadır.

 

Din ve vicdan özgürlüğü, kişinin siyasal iktidar sahipleri ya da diğer kişiler tarafından, yasalarla ya da herhangi başka bir araçla  baskıya uğramaksızın, korkutma, yıldırma ya da sindirme politikasıyla karılaşmaksızın, bir dine inanmak ya da inanmamak konusunda özgür olmasıdır.

İbadet özgürlüğü ise, dini inanç ve vicdan özgürlüğünün doğal bir uzantısıdır. Kişinin inandığı dinin gereklerini merasimleriyle yerine getirip getirmemekte serbest olmasıdır. Atatürk, vicdan ve inanç özgürlüğünü şu şekilde tanımlamıştır: “Her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasal bir düşünceye sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak ya da yapmamak hak ve özgürlüğüne sahiptir. Kimsenin düşüncesine  ve vicdanına hâkim olunamaz.

Vicdan özgürlüğü, mutlak ve dokunulamaz, ferdin doğal haklarının en önemlilerindendir.” Laiklik ise, sadece din ve devlet arasındaki ilişkinin kesilmesi olayı değildir. Laiklik bir bütündür, yani toplumun siyasal, sosyal, ekonomik yapısı, kültürel bilimsel dokusu  ile dinin etkisinden, dini ölçülerden, dini kural ve kurumlardan ayrılmış olmasıdır. Devletin ve toplumun  gerek dış görünüşü, şekli ile gerek düşüncesi ve uygulaması ile dinden bağımsız olmasıdır.

TÜRK TARİHİNDE DİN VE DEVLET İLİŞKİSİ

İslamiyet’ten önce Türk tarihi incelendiğinde, eski Türk devletlerinde dini yetki sahibi kişilerin siyasal yaşamda hiç rol oynamadığı görülür. Orhon kitabelerinde, dini yetki sahibi kişilerin  devlet işlerinde etkinliklerini gösteren tek cümleye rastlanmamaktadır. Türklerin tarihinden, sosyal yaşamlarından, savaşlardan, ahlaki değerlerden ve hukuki görüş ve düşüncelerden  söz eden bu çok zengin kitabelerde ruhanilerden hiç söz edilmemesi gerçekten dikkat çekicidir.(1) 

Şüphesiz Orhon kitabelerinin yazıldığı tarihlerde M.S. 732-734, dini inançların ve din adamlarının toplum yaşamında önemli rolleri vardır, ancak devlet adamları din adamlarını  devlet işlerine karıştırmamışlardır. İslamiyet’ten önce Türk devletlerinde tam anlamıyla vicdan ve din özgürlüğünün bulunduğu ve Türklerin ulusal dini olan Şamanizm’den başka, Türler arasında diğer dinlerin de serbestçe kullanıldığını. Din ve devlet arasındaki ilişkinin ise, karşılıklı saygı ilkesine dayandığını gösteren  kanıtlar bulunduğu gibi, bazen Han’ların kendilerini  Tanrının özel korumasına mazhar saydıkları halde, kendilerini dini reis olarak  kabul ettirmek girişiminde bulunmadıkları ve hiçbir zaman dini reis sıfatını  taşımadıkları da bilinmektedir. (2)

 

İSLAM TARİHİNDE DİN VE DEVLET İLİŞKİSİ

İslam dini, başlangıçtan beri devlet düzeni ile, siyasal örgütlenme ile birlikte gelişmiştir. İslam dininin kurucusu Hazreti Muhammed, bir taraftan Tanrıdan vahiy alarak yeni din kuran peygamberdir, diğer taraftan yeni dine inananları toplayıp, yeni bir siyasal toplum, bir devlet kuran devlet adamıdır. Hazreti Muhammed sonuncu ve en yüce peygamberdir.(3)

Hazreti Muhammed merkezi Medine’de kurulan yeni devletin reisidir, bu devletin sosyal düzeni ve hukuku dini kitap olan Kur’ana ve dinin kurucusu olan Hazreti Muhammed’in emir ve kararlarına dayanmaktadır. Sosyal hayat yeni dinin esaslarına göre düzenlenmektedir. Bu durum dört halife zamanında da değişmemiştir.

Halifelik sorunu İslam uluslarına en önemli sorundur, çünkü Peygamber Halifeliği, Müslümanlar arasında bağlantı kuran bir emirliktir, yani bir devlet başkanlığıdır ve Müslümanların Tanrının birliği çevresinde toplanmalarını sağlayan bir emirliktir. “Emirlik ise, Tanrının bir sır hikmetidir ki, kuruluşu her zaman atılıma ve kuvvete bağlıdır.

Onun asıl amacı da bozgunculuğu uzaklaştırmak ve ülkelerin güvenliğini, din uğruna savaşın düzenlenmesini ve kamu işlerinin iyi yolda yürümesini sağlamaktır. Bu da ancak atılım gücüne ve kuvvete bağlıdır. Tanrının buyruğu bu yolda yürüye gelmiştir.”(4)

 

Dini ilkelere dayanan devlet yapısı dört halife devrinde de değişmemiştir. Devlet içinde Hazreti Muhammed’in rolü ne idiyse, Halifelerin rolü de odur. Hazreti Ömer’den sonra halifeler kendilerine “Halife-i Resulullah” unvanını vereceklerdir.

Bu unvan da onların Peygamberin tüm hak ve yetkilerinin varisi olduklarının işaretiydi.(5) Hilafetin Emevi’lere geçmesinden sonra da durumda değişiklik olmaz, çünkü dini toplumun sınırları ile  siyasal egemenlik alanının sınırları örtüşmektedir. Emevi’lerde halifelik babadan oğula geçen irsi bir hak niteliğini alır.

İslam cemaatinin dışında ayrı bir örgütlenme yoktur. Din Müslümanların sadece manevi yaşamlarını ilgilendirmemekte, aynı zamanda siyasal, sosyal yaşamın temelini oluşturmaktadır. Devleti oluşturan ilke dindir, devletin başlıca ödevi de dinin koruyuculuğudur.

Emevi’lerin yerine Abbasi’lerin geçmesiyle  de devletin teokratik niteliğinde bir değişiklik olmaz.

Merkezi Irak’ta bulunan  Abbasi Halifelerinin varlığına rağmen, Endülüs’de de “Halife-i Resulullah” ve “Emir-ül Müminin” sanlarıyla yıllarca egemenliğini sürdürmüş devlet başkanlarının varlıkları görülür. Halifelerin siyasal yetkileri yavaş yavaş Bağdat çevresiyle sınırlanmıştır.

 

Öte yandan Bağdat içinde  dahi gerçek güç Türk soyundan olan kumandanların eline geçer.

Abbasi halifeleri zamanında  cömertlik, soyluluk ve yiğitlikle ün kazanmış bu Türkler, asker olarak Suriye’ye, Irak’a kadar geldiler. En yüksek yönetim ve komuta görevlerine kadar yükseldiler. Selçuklu İmparatorluğu zamanında  İslam âleminde siyasal egemenlik Selçuklulara geçer.

 

Bu tarihten başlayarak  da Hilafet siyasal iktidardan ayrılır.

Siyasal iktidarın Selçuklularda, Hilafetin de Abbasi sülalesinin elinde kalması uygun görülmüştür. Bu durum sürüp giderken, Cengiz’in torunu Hülağu, Bağdat’a giderek Abbasi Halifesi Mutasım’ı idam ederek dünya yüzünde halifeliği fiilen son verir. (1285)

 

Bu olaydan sonra Halife ve Halifelik Makamı yok olmuştu.

Bundan üç yıl sonra,  Abbasi Halifeleri soyundan Elmustansırıbillah adında bir kişi, Hulağu’dan kurtulup Mısır devletine sığınmış ve bu kişi, Mısır Meliki devlet başkanı tarafından Halife olarak tanınmıştır. Bundan sonra on yedi kişi Halife unvanını taşıyarak, ama hiçbir yetkisi, hiçbir etkinlik ve gücü olmayarak, doğrudan doğruya Mısır hükümetinin kanatları altında birbiri ardına hayatlarını sürdürürler.

Selçuklu devletinin yönetiminde  genel karışıklık ve bölünme olması üzerine, Türkler 1300 tarihinde Selçuklu Devleti yerine Osmanlı Devletini kurarlar.

Bu devletin padişahlarından Yavuz Selim, 1517 tarihinde Mısır’ı aldığı zaman, orada idam ettiği Mısır hünkârlarından başka, Halife unvanını taşıyan bir kişi bulur. Halife unvanının böyle güçsüz bir kişi tarafından kullanılması, İslam dünyası için ayıp görüldüğünden, tereddüt göstermeyip o unvanı devletinin güçlerine dayandırarak yüceltmek üzere kendisi alır.(6) El Mütevekkil, İstanbul’a geldiğinde, kendi isteği ile hilafet hakkını Sultan Selim’e verir.

 

Osmanlı devletinin güçlü olduğu dönemlerde Halifelik unvanına fazla önem verilmez. çöküş devri başladıktan sonradır ki, Osmanlı Devlet adamları uluslar arası ilişkilerde  Halifelik sıfatını ileri sürmeye başlayacaklardır. Bu konudaki ilk resmi belge 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıdır. (7) Antlaşmanın yapıldığı sırada  Rus İmparatoriçesi Katerine, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yaşayan Ortodoks Hıristiyanların  himaye hakkını istemiştir.

Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu da, Kırım Müslümanlarının  dini bakımdan kendisine tabi kalmalarını ve antlaşmada Kırım Müslümanları üzerinde  Padişahın halife sıfatıyla dini otoritesinin tanınmasını ister. Her iki tarafın karşılıklı istekleri kabul edilerek Osmanlı Padişahlarının Halifelik sıfatları bu antlaşma dolayısıyla uluslar arası bir belgede yer alır.

 

OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA DİN VE DEVLET İLİŞKİSİ

Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğunda, devletin ana fonksiyonları ve bu fonksiyonların yerine getirilmesiyle ilgili yetkiler Padişahın elinde toplanmıştır. 1517’den sonra bu siyasal yetkilere Halifelik yetkisi de eklenmiştir. Halife unvanının görev ve sorumlulukları da, siyasal yetkilerin kullanılmasında  dini yasalara uyma zorunluluğu getirmiştir. İslami ilkelerin, Müslümanların uhrevi hayatı ile ahretle ilgili ilkeleri içerdiği gibi, dünyevi hayatı yönetecek sosyal, ahlaki, hukuki ilkeleri de içerdiğinden, devletin hayatında uyulması gerekli üstün kurallar demeti olduğu kabul edilmiştir.

Padişahın görevi, şeriatın gereklerine saygıyı ve İslam ilkelerinin hâkimiyetini sağlamaktır.(8) Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğunda, dünya ve devlet ilerinin yürütülmesinde şer’iata, dini kurallara ve emirlere geniş yer verilmesi  ancak zamanla olmuştur.

 

Osmanlı devleti başlangıçta bütünüyle teokratik yapıda değildir.

örf ve adetlerden ve ulusal hukuktan oluşan geniş bir alan devlet hayatını düzenlemektedir. İdari işler bu kurallarla yürütülüyor, vergiler bu kurallarla toplanıyordu. Şer’iat kuralları sadece  yapılan ileri meşrulaştıran  bir araç olarak görülüyordu. Kamu hukuku, teşkilat, İdare ve Ceza Hukuku, devletin içyapısı ve faaliyetlerini ilgilendiren alanlarda, örf ve adet hukukunun ve padişahların yasama işlemlerinin (irade, ferman, emir, hat, hatt-ı hümayun gibi) ürünü olan ve şer’i hukukun, dini esasların etkisinden uzak kalan düzenlemelerin ve kuralların oldukça geniş ve yaygın bir alanı kapladığı dikkati çeker.(9)

 

Osmanlı İmparatorluğunda örf ve adet hukukunun ve ulusal hukukun ve padişah emir ve iradelerinin zamanla toplanarak yazılı kanunnameler yapıldığı da bilinmektedir.

Fatih Sultan Mehmet zamanında biri padişahlara ait işlerle ilgili, diğeri ise mali ve cezai konuları ilgilendiren “kanunnameler” yapılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde de, Eşya Hukuku, Ceza Hukuku ve Özel Hukuk konularını düzenleyen bir “kanunname” yapılmıştır. (10) Şeriat hükümleri ise, daha çok özel hukuk sahası ve bu arada evlenme ve miras gibi şahsın hukukunu ilgilendiren  Medeni Hukuk alanında uygulanmıştır. Bu arada belirtmek gerekir ki, Devlet işlerinin dini ilkelere uygun olarak yürütülmesini sağlamak için doğrudan doğruya padişah tarafından  atanan ve görevine son verilen  Şeyh’ül İslam organı da kurularak devlet örgütü içerisinde yer almıştır. Şeyh-ül İslam “ulema” nın reisi olup, devlet işlerinin şeriata uygunluğunu açıklayan belgesine “fetva” denmekteydi. İslam devletlerinde devletin teokratik yapısı gereği, yargı dini bir görev niteliği taşımıştır. Adalet işlerinin başında müftüler bulunmaktadır.(11)

 

Osmanlı İmparatorluğunda Tanzimat Devri, 1839’da Gülhane Meydanında Sultan Abdülmecit’in Sadrazamı Mustafa Reşit Paşa tarafından okunan “Gülhane Hattı Hümayunu” adı verilen fermanla açılır. Bunu 1845 ve 1856 tarihli fermanlar izler. Bu fermanlarla, Osmanlı Devleti halkına can, mal, ırz ve namus güvenliğinin sağlanacağını vaad ediyor, din ve mezhep özgürlüğü güvence altına alınarak bu konuda gereken yasaların ve düzenlemelerin yapılacağı ve bunların din ve mezhep farkı gözetmeksizin tüm tebaaya eşitlik içinde uygulanacağı açıklanıyordu.

Böylece tüm din ve mezheplerin serbest olduğu kabul ve ilan edilmiştir. Müslüman olmayanlara verilmiş ve tanınmış olan tüm dini ayrıcalık ve bağışıklıklar muafiyetler, aynen korunacaktır. Müslüman ve Hıristiyan teb’anın tümünün eşit sayılacağı ilan edilmiştir. Bu dönemde ekonomik koşulların değişmiş olması, batı ile ticaret ilişkilerinin genişlemesi ve çoğalması (Ülkeyi sömürgeleştiren ilk ticaret sözleşmesi 1838’de İngiltere ile yapılmıştı) devleti, ticaret hayatını düzenleyecek yeni yasalar yapmağa itmiştir. Yapılan yeni yasalar içerisinde ticaret yasaları birinci planda yer alır.

Batılı devletlerin baskısı ile yapılan bu yeni yasaların bir kısmı doğrudan laik batı hukukundan (çoğu Fransa’dan)alınan yasalardır. Tanzimat Döneminde, şer’iat hukuku, geleneksel hukuk ve laik kökenli hukuk sistemlerinin bir arada yoğrularak devlete çağdaş yeni bir yapı sağlanmak istendiği görülür.

Dini esaslardan başka kural bilmeyen  ve uygulamayan Şer’iye Mahkemelerinin yeni yasaları uygulamaları da olanaksızdı. Bu nedenle  Şeyh’ül İslama bağlı Şer’iye Mahkemeleri yanında  Adliye Nezaretine bağlı Nizamiye Mahkemeleri de  kurulmuştur. İlk nizamiye mahkemeleri ticaret mahkemeleri olmuş, bunları ceza mahkemeleri izlemiştir.

 

Tanzimatla birlikte dini eğitim ve öğretim sisteminden de ayrılma olmuş ve batı ülkeleri örnek alınarak bazı yeni eğitim ve öğretim kurumlarının kurulması yoluna gidilmiştir.

19. Yüzyıl başlarına kadar  Osmanlı Devletinde başlıca eğitim kurumları Medreseler, Sibyan Mektepleri ve Enderun Mektepleridir. Medreseler, devletin kuruluşundan sonra uzun bir süre, sivil ve askeri alanlarda ihtiyaç duyulan yöneticileri, yargıçları yetiştirmiş ve önemli hizmet görmüş kurumlardır. Ne var ki, zamanla her türlü gelişmeğe, yeniliğe kapalı bir taassup yuvaları niteliğine bürüneceklerdir.

Medrese eğitiminde, dini eğitim hâkimdir. Ayetlerin, hadislerin şerh ve yorumunu yapmakla yetinen, içerikten çok söze değer veren skolastik eğitim sistemi uygulanıyordu. Bu eğitim, gözlem, deney, inceleme ve eleştiri sistemine kapalı idi. Medreselerde eğitim dili olarak da Türkçeden çok Arapça kullanılıyordu.

Medreselerde “ilim” eğitimi yapılırdı,”ilim” nakil ve akıl yolları ile Kur’an ve Sünnetten gelen kıyas ve icma ile yorumlanarak geliştirilen şeriat bilgisi demekti. Bu tür bilgi sahibine “alim”, çoğuluna da “ulema” denirdi. Yeni bilgi ve tekniği ifade için  ise, II. Mahmut döneminde “fen” sözcüğü kullanılmağa başlanır.(12) Sibyan Mektepleri de, 19. Yüzyıla gelindiğinde, çağın ihtiyaçlarına uygun bir eğitim vermekten çok uzaktı. Bu okulların eğitim kadrosu  Medreselerden geliyordu, öğrencilere, Arapça, elifba, tecvit (Kur’anı okuma kurallarının öğrenimi),ilmihal (din kuralları öğrenimi) öğretilmekten öteye gidilmiyordu. Enderun Mektebi ise, Fatih döneminde Topkapı Sarayında açılmıştı ve Devlet adamı yetiştiriyordu.

Bu okullar kuruldukları dönemin ihtiyaçlarına cevap vermişler, ama Avrupa yeni bilimsel buluşlar ve teknik ilerlemeler çağına girdiğinde bu okullar çağın çok gerisinde kalmışlardı. Şu kadarını söylemek yeterlidir: Matbaa keşfedildikten tam üç yüz yıl sonra Osmanlı Devletine gelebilmiştir. Bu gecikmede etkili olan en önemli faktör de Medreselerin bu konudaki  tutumları ve direnişleridir.

Medreseler bilim ve tekniğin ülkeye girmesini engelleyen güçler olmuşlardır. Üçüncü Selim, orduda yeni düzenlemelere girmek istediği zaman da, “askere setre pantolon giydirip, imanına halel getiren, önlerine muallim diye Frenkleri düşüren Padişaha Allah yardımı çok görür” diyenler yine medrese “uleması” olmuştur. 1832’de Avrupa’ya eğitim için yine Enderun öğrencileri gönderilmek istenildiğinde yine Medreselerden itirazlar yükselmiştir. Medreseler zamanın  akışına ayak uyduramadıkları için   her türlü yeniliğe ve tekniğe kapalı birer taassup yuvaları olmuştur.

19. Yüzyılın başlarına gelindiğinde, Osmanlı Devleti modern bazı eğitim kurumları kurma yoluna girer. 1795’de Mühendishane-i Berri-i Hümayun,  1827’de Tıbbiye Mektebi, 1837’de Harbiye Mektebi açılmıştır. Ne var ki, Osmanlı toplumunun, düşünce sistemi ile , metodu ile, teknik ve bilimsel alanlardaki gelişmeleri ile batıya yaklaşma çabaları başarılı olamaz. Bunun nedenlerinden biri kuşkusuz, her türlü yeniliğe kapalı dini taassup olmuştur.

O zamana kadar, imparatorluk içinde yabancı dil bilen Türklerin bulunmaması sonucu, yabancı devletlerle ilişkiler Rum tercümanlar aracılığı ile yürütülüyordu. Bab-ı Ali’nin ihtiyaç duyduğu tercümanları 1453’te beri Fener Rum Mektebi yetiştirmekteydi. Ancak 1820 Yunan ihtilalinden sonra Rum tercümanlardan vaaz geçilmiş ve Bab-ı Ali’de bir “Tercüme Odası” açılmıştır.(13)

Bu dönemde  Medreselerin ve Enderun Mektebinin toplumun, devletin yönetiminde çağın gereklerine cevap verecek insan yetiştiremedikleri göz önünde tutularak, kamu görevlilerine gerekli bilgileri verecek “Mekteb-i Maarif-i Adliye” kurulur. Bu okulda hükümet memuru olarak yetişeceklere Arapça, Farsça, geometri, coğrafya, tarih ve politika dersleri okutulması ve Fransızca öğretilmesi öngörülür.

1858’de idare memuru yetiştirmek üzere  “Mülkiye Mektebi”, 1868’de de orta eğitim düzeyinde “Galatasaray Sultanisi” kurulur. 1868’de kabul edilen “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi”ne göre o tarihlerdeki eğitim-öğretim durumu şöyle anlatılmaktadır: Sanayiin gelişmesi, uygar ülkelerde bilimin ve fennin koyduğu usul ve esaslara dayanmaktadır. Sanayi eserleri görenekle meydana gelmezler. Uygulama, bilimsel teorilere dayanmak, ondan kuvvet almak zorundadır.

Osmanlı ülkesindeki okulların çeşitleri ve dereceleri bu türde bir eğitimin gerçekleştirilmesine uygun değildir. Yüksek bilimsel eğitim ise, ancak kuvvetli ve düzenli bir ilk ve orta eğitimle mümkündür. Oysa ülkedeki mevcut Sibyan Mekteplerinin sayıları nüfusa oranla çok düşüktür; bu okullarda eğitim yalnız din bilgisi konusunda ilk bilgileri vermekle yetinmekte olup, ehliyeti ve niteliği meçhul bir takım hocalar tarafından verilmektedir; öğrencilerin eğitime yatkınlığı isteğini teşvik ve yararlanmasını sağlayacak şekilde değildir.

Rüştiye Mekteplerinin kendilerine  hoca yetiştiren okulları bulunması (Darülmuallim) nedeni ile idare ve eğitim sistemleri nispeten düzgün olduğu halde, Sibyan Mekteplerinin durumları bunlara da bulaşarak, çocuklar bu okullarda zamanlarının büyük bir kısmını, Mahalle Mekteplerinde öğretilmesi gereken derslerin tekrarı ile kaybetmektedirler. Değişik bilim ve fen alalarında yüksek okullar bulunmadığı için  Rüştiye’den çıkanlar, ancak dairelere kâtip yetiştiren okullar ile askeri okullara girebilmektedir.

Bilim ve sanayi alanlarında bilim adamı ve uzman yetiştirilmediği için ülkenin durumuna ve halkın yeteneğine rağmen sanayi ve ticaret hayatı gelişememektedir.(14)

Tümü dini makamlar tarafından yönetilmekte olan eğitim kurumlarını ve buralarda yapılan eğitimi dini makamların egemenliğinden kurtarmak ve dünyevi bir temele oturtmak amacıyla batı ülkelerindeki gibi bir genel eğitim idaresinin ilkelerini bu nizamname belirlemiştir. Ne var ki, tüm çabalara rağmen eğitim sistemi dinin etkisinde  Medreselerin baskısından kurtarılamamıştır. Çünkü bir defa işlevlerini tamam ile kaybetmiş olan ve birer taassup ve irtica odakları halini almış bulunan Medreseleri kaldırmak ya da düzeltmek olanağı bulunamamıştır.

İkinci olarak, Medreselerin diğer eğitim kurumları ve eğitim sistemi üzerindeki baskı ve nüfuzuna son verilememiştir. Örneğin, coğrafya haritalarını resim olduğu gerekçesi ile, kara tahtaları ise, kara üstüne ak yazının küfür alameti olduğu için sınıflardan attırmışlardır. Medreseler  dinsiz olarak belledikleri yenilik taraftarlarını bu okullara yanaştırmamışlardır.(15) Tüm bu olumsuzluklara rağmen, bu dönemde dini eğitim sisteminden kopmalar olmuş, dini temele ve ilkelere dayanmayan eğitim ve öğrenim kurumları kurulmaya başlanmıştır. Bu okullarda da din dersleri ağırlıklı olmakla beraber aritmetik, geometri, tarih, coğrafya, fizik dersleri de programlara girmeye başlamıştır. Bu yeni okullarda eğitim dili Arapça değil Türkçe olmuştur.

Tanzimat ve onu izleyen dönem laik eğitim düzenini getirememiştir ama Medreseler yanında kurulan yeni okullarla yarattığı ikilik ile önemli gelişmelere de kapı aralamıştır. Tanzimat’ın yenilik ve gelişme çabalarına rağmen, bu dönem devletin, toplumun teokratik yapısında bir değişiklik yapmamıştır. Gerçekten de düşünce alanında böyle bir değişikliğin yapılmasını hazırlayacak, destekleyecek uygun bir ortam yoktur. Halkta böyle bir isteğin olmadığı bir yana, aydınlar içinde de, laik devlet düşüncesi tamamen yabancıdır. Tanzimat Fermanlarını çıkaranları, şeriatın gereklerine aykırı hareket etmekle suçlamışlardır. Bir Ziya Paşa’nın, bir Namık Kemal’in “Hürriyet” ve “İbret” gazetelerinde yayınladıkları makaleler bunun açık bir örneğidir.(16)

O devirde dini hukuka dokunmak, dine dokunmakla, dini kaldırmakla eş anlamlıdır.

Bu dönemde, hukuki yapıda, eğitim ve yargı sisteminde bazı değişiklikler yapılmıştır. Avrupa’dan alınan yeni laik yasalar ve bu yasaları uygulayacak laik mahkemeler kurulması yoluna gidilmiş, dini eğitim yapan okulların yanı sıra laik okullar açılmıştır. Bütün bunlara bakarak cumhuriyetin, Atatürk’ün laik devleti, Tanzimat’taki yenilik olayının doğal bir gelişmesi sayılabilir mi sorusunun cevabı “hayır” dır.

Çünkü, Atatürk’ün gerçekleştirdiği laiklik hareketi, gerçekten her yönü ile ve gerçek anlamda siyasal, sosyal, ekonomik, hukuki yapısı ile  yepyeni laik bir devlet kurma  hedefine yöneliktir ve eski devlet ve toplum yapısını kurumlarıyla, ruhuyla ve görünümüyle değiştiren, Türk toplumuna çağdaş uygarlık yolunu açan bir devrimdir.

 

Birinci Meşrutiyet dönemine gelindiğinde, bu dönemde de Tanzimat döneminde olduğu gibi devletin hukuk, yargı, eğitim sisteminde ikiliğin devam ettiği görülecektir. 1876 Anayasası, hükümleri ile devletin teokratik yapısına hukuki ve siyasal meşruiyet kazandırmıştır.

Anayasanın 11. Maddesinde devletin resmi dininin İslam dini olduğu belirtilmiştir. Bu Anayasa Tanzimat döneminden beri, gerçekleştirilmek istenen “müslim ve gayrimüslim teb’a” arasında eşitlik sağlamaya çalışır. İslami ilkelerin ağırlık kazandığı bir meşruti yönetim içinde, dini bağın sembolü niteliğini taşıyan Halifeliğe bu dönemde büyük önem verilmiştir.  Yine bu dönemde gelişen İslamcılık akımı da Osmanlı Devletinde dini etkinin önemini ortaya koymaktadır.

İslamcılık, sonuçta tüm Müslümanları bir siyasal iktidar içinde toplamak demek olan Panislamizme yol açacağı için, gerçekleşmesi olanaksız bir düş olarak kalmağa mahkum olacaktır. Milliyetçilik akımlarının  güçlendiği bir dönemde, İslamcılık ve Panislamizm, Osmanlı İmparatorluğuna hiçbir çıkar sağlamayacaktır. Atatürk, Panislamizm hevesini şöyle değerlendirecektir: “Her hangi bir Müslüman devletin bir kişiye bütün Müslümanların dünya işlerini yönetip, yürütme yetkisini vermesi  akıl ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir şeydir.”(17)

 

İkinci Meşrutiyet döneminde de, devletin teokratik yapısında bir değişiklik söz konusu değildir.

Bu dönemde de çöken imparatorluğu kurtarma arayışı içinde olan düşünce akımları arasında İslamcılık akımına rastlanmaktadır. İttihat ve Terakki Partisi ve özellikle Hürriyet ve İtilaf Partisi tarafından benimsenen bu görüş, imparatorluğun sosyal ve siyasal bütünlüğünü koruyabilmenin ancak İslami esaslara dönülmekle mümkün olabileceğini düşünmüştür. Batıda giderek gelişen ulusçuluk akımı karşısında, bütün Müslümanları birleştirme tezi üzerinde durulacaktır. Din bağı tüm diğer bağların üstünde tutularak, ulusçuluk hareketlerinin Osmanlı İmparatorluğunu parçalamasının önüne geçebileceği düşünülecektir...

 

LAİK DEVLET(**)

Laik kelimesi dilimize Fransızcadan  gelmiştir. Kökü ise, Latince laicus’dan ve yunanca  laikos’dan gelir. Laikos ruhban kişi niteliğini ve yetkisini taşımayan kişi anlamına gelmektedir. Laikos kelimesi de ruhbanların dışındaki kişiler yani halk anlamına gelen  laos kelimesinden türetilmiştir. Yani laik kimse, ruhban sınıfından (kleros)  olmayan halktan kimse demektir.

Hıristiyanlık bu ayırımı aynen korumuş ve Hıristiyanlar, ruhbanlar  ve ruhbanların dışında kalanlar (laik) olarak ikiye ayrılmıştır. Laik sözcüğünün zamanla ilk ve asli anlamı genişletilerek, ruhban olmayan kişi, dini olmayan şey, dini olmayan düşünce, dini olmayan kurum, dini olmayan ilke, dini olmayan sistem, dini olmayan hukuk ya da dini olmayan ahlak v.s. anlamında kullanılan bir sözcük olmuştur.

Laik sözcüğü hukuk terimleri arasına Fransız Devrimi ile girmiştir. Laiklik ise, genellikle, devlet ileri ile din işlerinin birbirinden ayrıldığı siyasal yapıyı tanımlar. Ancak, laiklik sadece din ve dünya ilerinin birbirinden ayrılmış olmasını ifade etmez. Laiklik toplumun siyasal yapısına olduğu kadar hukuki, sosyal ve ekonomik yapısı ve tüm kültürel, bilimsel dokusu içinde gelişen ilişkilerin din ile bağlarının kesilmiş olmasıdır.

 

Laik devlette, devlet din işlerine, din de devlet ilerine karışmaz. Dini ve siyasal otoriteler birbirinden ayrılmıştır.

Devletin resmi bir dini yoktur. Ülkede var olan din ve mezhepler karşısında, devlet tarafsız bir tutum takınır, bunlardan hiç birine, diğeri aleyhine olarak özel ayrıcalıklar tanımaz. Buna karşılık din de  bağımsız bir alan içinde ahlaki ve manevi hayatın düzeni olarak varlığını sürdürür. Laik devlette, hükümet ve idare işlerinin ve bunları düzenleyen yasaların ve kuralların dayandıkları ilkelerin kaynağı din değildir. Siyasal ve yönetim işleri, yasalar ve kurallar toplum hayatının gerçekleri ve ihtiyaçları göz önünde tutularak düzenlenir. Din toplumun siyasal, sosyal, hukuki ekonomik yaşamını yönlendirmez.

 

Ancak laiklik ne dini inkâr etmektir, ne de özellikle din düşmanlığıdır.

Laiklik devlet hayatında ve toplum ilişkilerinde dini kural ve ilkeleri kişilere ve kişilerin vicdanlarına bırakarak, hayatın akışına ve ilişkilerin mantığına uymaktır. Gerçek laiklik, dine karşı düşmanlığı değil, dine tarafsız bir davranışı ifade eder. Laiklik sırf toplum hayatına ait  bir tutum ve davranış ilkesidir. Kişinin özel hayatı ve manevi hayatı ve ailesi içindeki durumu ile çelişkiye düşmez, laiklik kişinin dindarlığını etkilemez. Laikliği dinsizlik saymak, laikliği anlamamaktır, bilmemektir.

Kişi iş ilişkilerinde ve diğer kişilerle ilişkilerinde devletin koyduğu yasalara, kurallara uyar, ama kişisel ve özel hayatında dindar yaşar. Laiklik, insanlar arasındaki ilişkileri ilgilendiren dini kural ve yasaların  resmiyetten kalkması, bunların devlet zorlamasını, müeyyidesini kaybederek, özel hayata çekilip, vicdanlarda yer almasıdır. Devlet ne din bezirgânlığı yapar, ne de din düşmanı kesilir, buna karşılık din de, ne devlet danışmanlığına ne de siyaset kâhyalığına kalkışır.

 

Devlet dinlere karşı tarafsızdır derken, bu tarafsızlığın anlamını ve sınırlarını da belirlemek gerekir.

Kuşkusuz din adına ileri sürülecek bir takım batıl inançların ve zararlı akidelerin yayılmasına devlet tarafsız kalamaz. Bu nedenle laik devlet taassup(18) ve irtica (19) karşısında tarafsız kalamaz.

Bir kimse kendi inancından ve kendince gerçek kabul ettiği görüş ve inançtan başka inanca, görüşlere ve bunları taşıyanlara karşı düşmanlık besler ve onları boğup susturmaya kalkışırsa, bu duruma çağdaş bir devlet sessiz kalamaz. Böyle bir durumda engellenen kişi inançlarına müdahale edildiğini ve inandığı gibi yaşayamadığını ileri sürerek, laik devleti kötüleyemez. Bir toplumda özgürlük güçlü ise hoşgörü hakim olur, hoşgörüsüzlük ağır basarsa özgürlük yok olur.(20)

 

RÖNESANSLA BAŞLAYAN AYDINLANMA

İlk, Orta ve Yeniçağlarda kurulan ve yaşayan devletlerin hepsi, din temeline oturmuştu. Kişisel egemenliği destekleyebilmek için, hükümdarların yetkilerini “din”den alması gerekiyordu. Tek bu yolla ulusları yönetmek olanağı doğuyordu. Egemenlik dine dayandırılınca, din adamları devlet işlerine karışıyorlardı. Böylece dinsel kurallar, yönetimde belli başlı ilkeleri oluşturuyorlardı. Aydın ve ileri  eski Yunan ve Roma devletlerinde bile, din yönetim işlerine egemendi. Özü bakımından, devlet işlerine karışmama  ilkesini benimseyen Hıristiyanlık da  giderek Ortaçağ toplumlarının yönetilmesinde en önemli rolü oynamaya başladı.

 

Din ile Devlet işlerinin iç içe geçmesi, pek çok bakımlardan sakıncalıdır.

Egemenlik hakkı belli bir dine dayandırılınca, devlet işleri yalnızca o dinin esaslarına göre yürütülmek zorundadır. Dinsel kurallar ise, aslında ruhanidir. Esas, bu dünyada mümkün olduğu kadar günahsız yaşamak, hayat sonrası için hazırlanmaktır. Özellikle tek tanrılı, ileri dinlerin baş ilkesi budur. Durum böyle olunca, dinsel kurallar, düşünce özgürlüğünü boğar. Bu da her biçim ilerlemeyi durdurur. Gerçekten yüz yıllarca süren  Ortaçağda  insanlık, bir adım bile ilerleyememiştir. Buna bir tepki olarak doğan Rönesans Hareketi, ilk adımda düşünce özgürlüğünü gerçekleştirmiştir. Bunun ardından Hıristiyanlıkta  reformlar yapılmış, Rönesans’ın etkisi ile din , bazı ülkelerde devlet işlerinden yavaş yavaş çekilmeye başlamıştır. Ancak, bu sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Laiklik ilkesinin devlet  temellerine girmesi 1789 Fransız İhtilalinden sonra  gerçekleşmiştir. Bu olaydan sonra ilerleme yoluna girmiş Batı ülkelerinin çoğunda  laiklik ilkesi belirli ölçüler içerisinde uygulanmıştır.

 

İslam dünyası bu gelişmenin dışında kalmıştır.

Çünkü İslam dininin  laik devlet sistemine sokulması çok zordu. Bu din yalnız öbür alemle uğraşmıyor, hayat ilişkilerinin hemen hepsini düzenliyordu. Hem devletin  genel yapısı, dinsel esaslar çerçevesi içerisinde idi, hem de bu çerçeve içindeki  bütün hukuk kuralları, mutlaka dine dayanmak zorunda bulunuyordu. Bu nedenle din dünya işlerinin içine öylesine girmişti ki, bütün aydınlar, düşünce yeteneklerini hep din kuralları içinde geliştiriyorlardı. Böylece Rönesans’la başlayan aydınlanma İslam dünyasına girememişti.

 

Batı Avrupa Devletlerinde laiklik dar anlamda uygulanmaktadır.

O da şudur: Devletin Yönetim kuralları, dinin dışına itilmiştir. Vatandaşın istediği dine girebilmek, bu seçimin gereğini mutlak biçimde  yerine getirmek olanağı vardır. Devlet, dinlere karşı saygılıdır, ama toplumun çoğunluğunun üyesi olduğu dine karşı tutumu değişiktir.

Bu dine, daha fazla özen gösterir, bu dinin rahiplerini korur, din işleri ile uğraşan cemaatlere yardım eder, dinsel ayinleri yayım araçları ile yayar. Kiliseye kayıtlı olan vatandaşlara vergi (Kilise Vergisi) ödetir; ancak kaydını sildiren vatandaşa bunu yüklemez. Kültür düzeyi yüksek ülkelerde, devletin dinin dışında kalması  yoluyla  onu desteklemesi sakıncalı değildir. Çünkü devletin temeli laikleşmiştir. Düşünce ve Vicdan Özgürlüğü  sağlanmıştır.

Laikliğin geniş anlamı ise, devletin en mutlak biçimde din işlerinden elini çekmesidir. Bu durumda, devlet vatandaşların din işleriyle olumlu biçimde bile uğraşmamaktadır. Dinsel kurumlara yardım etme, destek olma yoktur. Laikliğin bu mutlak anlayış tarzı kuşkusuz ki en ülküselidir. Ama vatandaşın böylesine başıboş bırakılması, özellikle henüz kültürel  kalkınmasını tamamlayamamış ülkelerde sakıncalı olabilir.

Bu nedenle devletin, laikliği koruması gerekir. Yani vatandaşın dinsel işlerle uğraşması tam anlamıyla serbest bırakılacak, ancak bundan doğabilecek tehlikeler de  devletçe önlenecektir. Türk Devletinin laiklik anlayışı genellikle bu biçimdedir.

 

TÜRKİYE’DE LAİKLİĞE GEÇİŞ

Atatürk 23 Nisan 1920’de ulusal egemenliğe  dayanan yepyeni bir Türk Devleti kurdu. Yeni Türk Devletinin siyasal yapısını sağlamlaştıracak ilk adım Saltanatın kaldırılması olacaktı. Bu ilk adımın atılması kolay değildi. Türk Ulusu tarih boyunca başında bir hükümdarın bulunmasına alışmıştı.

Eski Orta Asya Türklerindeki hakanlar, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde “Sultan” veya “Padişah” olarak yaşamışlardı. Eski Türk anlayışına göre, egemenlik kutsal bir kavramdı. Bu kutsallığı Gök Tanrısı, bir aileye vermiştir. Ailenin üyelerinden başkası, ulusu yönetmek hakkına sahip değildi. Türkler, İslamlığı kabul ettikten sonra, bu kutsal egemenlik kavramı, yeni dinsel kurallarla da desteklendi.

Peygamberin vekili sayılan halifeler, Türk hakanlarına, ulusu yönetmek hakkını, dinsel kurallara dayanarak verdiler. Böylece, eski Türk anlayışı, İslam ilkeleriyle bağdaşınca, Saltanatın önemi daha da arttı. Osmanlılar, hem Bizans imparatorlarının kayıtsız-şartsız hükümdarlık etme anlayışını benimsediler, hem de 17. yüz yıldan  sonra  kendilerine halife sanı da verilerek, son derece güçlendiler.

Yüzlerce yıl süren bu yönetim biçimi öylesine kökleşmişti ki “padişahsız”  bir Türk Devletinin var olabileceğini, yalnız halk değil, bir çok aydınlar bile düşünemiyordu. Bu nedenle Atatürk egemenliği padişahtan alıp, gerçek sahibi olan ulusa verme işini, pek dikkatli ve ihtiyatlı biçimde gerçekleştirmiştir. 23 Nisan 1920’de kurulan yeni Türk Devleti, egemenliğin ulusa ait olduğunu kabul edince, padişah ile TBMM arasında garip bir çelişki doğdu.

Gerçekten de böyle oldu. Milletvekilleri bir yandan, egemenliğin ulusa ait olduğunu belirtirken bir yandan da padişaha bağlı olduklarını söylüyorlardı.  Lozan Konferansı arifesinde,  İstanbul’daki Padişah Hükümetinin, barış görüşmelerine çağrılması, Atatürk’e beklenen fırsatı verdi. Bütün aydınların  düşüncesi adaletli bir barış yapılması üzerinde düğümlendiği sırada, Saltanat  Sorunu kestirme yoldan çözümlenecekti.

TBMM 30 Ekim 1922 günü vermiş olduğu bir kararla “Osmanlı  İmparatorluğunun hayatının sona erdiğini, İstanbul’daki Padişahın tarihe karıştığını” belitti. (21) Fakat bu karardan sonra, TBMM içindeki gerici milletvekilleri büyük bir hoşnutsuzluk içine girdiler. Bunun üzerine durumu daha da kesin biçimde çözümleyecek yeni bir karar tasarısı hazırlandı. Tasarının Ortak Komisyonda görüşülmesi sırasında, işlerin yeniden çıkmaza girmek üzere olduğunu anlayan Atatürk, bir sıranın üzerine çıkarak söyle konuştu: “Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye görüşme ile, tartışma ile verilmez. Egemenlik ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.  Osmanoğulları zorla Türk Ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardır. Bu durumu altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara hadlerini bildirerek ve egemenlik ile saltanatını, ayaklanarak kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir. Bahis konusu olan ulusa saltanatını, bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız , meselesi değildir. Mesele zaten olup-bitmiş bir gerçeğin ifadesinden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi taktirde, yine gerçek usulüne uygun biçimde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” Bu konuşma üzerine Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, “Affedersiniz Efendim, biz meseleyi başka bir görüş açısından inceliyorduk. Açıklamalarınızdan aydınlandık Mesele Ortak Komisyonca çözümlenmiştir.” dedi. Böylece 1/2 Kasım 1922 gecesi verilen bir kararla,(22) İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920’den itibaren  Saltanatın ebediyen kalkmış bulunduğu belirtildi. Yalnız Halifelik sorunu henüz çözülememişti. Halifelik hakkı Osmanlı ailesi için  saklı tutuluyordu. Bu aile üyeleri içinden kimin halife olacağını  TBMM kararlaştıracaktır. Halife seçileceklerin  “bilimsel ve ahlaki” açıdan  düzgün ve iyi karakterli olmaları  gerekti. Türkiye Devleti Halifelik Makamının dayanağı idi. TBMM daha yeni halifeyi seçmeden, 17 Kasım gecesi, Vahdettin, İngiliz donanmasına sığınarak yurt dışına kaçtı. Dikkate değer nokta, kendisinin İngiltere’ye sığınırken yalnız halife sıfatını kullanmış olmasıdır. Bunun üzerine TBMM 18 Kasımda verdiği bir kararla (23)  Vahdettin’in halife olmadığını belirtti. 20 kasım tarihli karar ile de (24) Osmanlı Ailesinden Abdülmecit’i halife seçti. Sırası gelmişken hatırlatalım ki,  bilimsel açıdan yapılacak bir incelemede, Halifelik dinsel değil, siyasal bir anlam taşır. Halife İslam Devleti’nin başkanına verilen addır. Peygamberin ölümü ile  İslam dininin , tanrısal yanı kapanmıştı; yani artık Tanrı, bir başkası aracılığı ile insanlara seslenemeyecekti. Böylece halifeler, Peygamber’in yalnız yöneticilik sıfatına vekil olmuşlardır, yoksa dinsel sıfatına değil. Halife İslam Devleti’ni , din esaslarına göre yöneten normal bir devlet başkanıdır. Gerçekten İslam Devleti’ni geliştiren ve onu belli başlı bir güç durumuna getiren ilk dört halife tam bir cumhurbaşkanı gibi davranmışlardır. Bu dönemden sonra kurulan  Emevi ve Abbasi Devletlerinde  halife, bu kez bir hükümdar olarak görüldü. Kurulan Arap İmparatorluğu Bizans ve Sasani Devletlerindeki  mutlak egemenlik anlayışından esinlendi ve halife tam bir hükümdar durumuna geldi. Zamanla halifeler, otoritelerini sürdürmek için  kendilerine dinsel  sıfatlar da yakıştırdılar ve din esaslarına dayanan toplumdaki halk, halifeyi dinsel bir kişi olarak da gördü. İslam kamu hukukçuları, siyasal bir kurum durumuna gelmiş bulunan Halifeliğin koşullarını da saptadılar. Özellikle El-Maverdi (Öl:1058) adlı hukukçunun saptadığı koşullar, İslam dünyasında uyulması gereken  bir kural haline geldi. Bu koşulların en önemlisi , halifenin, uzaktan da olsa, Peygamber soyundan gelmesi, yani Kureyş Kabilesi içinden çıkmasıdır. Gerçekten de hem dört halife , hem de Emevi ve Abbasi halifeleri, Kureyş kabilesine mensupturlar. Halifelik siyasal bir kurum olduğu için , çeşitli zümreler onu tanımamışlardır. Özellikle Şiiler, halifeyi kabul etmemişlerdir. Zaten Şiilik de halifeye  duyulan tepkiden doğmuştur.

 

Osmanlı Halifeliğinin ne denli güçsüz ve anlaşılmaz bir makam olduğu, özellikle  Birinci Dünya  Savaşında belirdi. II. Abdülhamit halife sıfatı ile bazı girişimlerde bulunmuştu. Bu girişimleri  Osmanlı Halifesi adına sürdüren  İttihatçılar, “Kutsal Cihat” ilan edilirse, bütün İslamların Osmanlı Devleti etrafında toplanacağı,  böylece Birinci Dünya Savaşında büyük bir güç kazanacağımızı sandılar. Oysa iş tersine gelişti. Müslümanların tümü Halife etrafında toplanmadıkları gibi, Osmanlı vatandaşı olan Araplar, İngilizlerin yanında yer aldılar. Hatta Türk Ordusunu arkadan vurdular. İngiliz ve Fransız sömürgelerinde toplanan askerler arasında  Müslümanlar da vardı ve bunlar Türk Ordusuna karşı savaşıyorlardı. Böylece savaş bittiği zaman, Osmanlı Halifeliği eylemsel olarak (de facto) zaten ortadan kalkmış bulunmaktaydı.

 

Saltanatın kaldırılıp Cumhuriyetin de ilan edilmesinden şaşkına dönen gerici çevrelerin tek dayanak noktası Halifelikti. Devrimlerin karşısında olanlar Halife Abdülmecit’in etrafında toplanıyorlardı. Bu kişi kendini yavaş yavaş güçlü duymaya başlamıştı. İngilizlerin etkisiyle Hindistan Müslümanları ona bağlılıklarını bildiriyorlardı.  Halife ilk günler kuşkulu iken, pek çok devlet adamının  ve gerici basının kışkırtmaları ile  yavaş yavaş kendine güvenmeye başlamıştı. Atatürk’ün uyarılarına uymuyor, gösterişli törenler düzenliyor, basına iddialı demeçler veriyordu. İstanbul’daki Ulusal Hükümet’in temsilcisi Refet Paşa bile Halifeye yanaşmıştı. Ona değerli bir at hediye ederek şöyle demişti: “Bu hayvanın halife hazretlerince taktir edilmesini Tanrının bir lütfu olarak kabul edeceğim”. Halifenin padişahlık tahtına oturtulması için  cumhuriyet karşıtlarınca çalışmalar gizlice sürdürülüyor ve etkinlik artıyordu. Meclis içinde de bazı milletvekilleri  yayınladıkları bir  broşürde, “Halife Meclisin, Meclis Halifenindir” düşüncesini işleyerek TBMM’ni Halifenin bir danışma kurulu ve Halife’yi Meclis’in ve dolayısıyla Devletin Başkanı gibi  görmek istediklerini belirtiyorlardı.

 

Hem Halifenin tutumu, hem de gericilerin bu odak noktası etrafındaki etkinliklerinin yoğunlaşması üzerine 15 Şubat 1924’de Atatürk Ordu Komutanlarını İzmir’de topladı. Yapılan harp oyunları sırasında, halifeliğin kaldırılmasına karar verdi. Bu sıralarda Halifenin tutumu da çok aşırı bir durum  almıştı. Ödeneklerini az buluyor, yetkilerini genişletmek yolunda açıkça çalışıyordu. İzmir’de verilen karar hemen yürürlüğe kondu. Atatürk 1 Mart 1924 günü Meclis’in yıllık açılışında  Halifeliğin kaldırılması, dinsel düzenle ilgili önemli kurumların da yok edilmesi işaretini taşıyan bir söylev verdi. “ Martta parti gurubunda, bu konuda hazırlanan tasarı kabul edildi. 3 Martta da Meclis’te, gene ateşli tartışmalardan sonra, 429 Sayılı Kanunla Şer’iye, Evkaf ve Erkan’ı Harbiye-i Umumiye Vekillikleri kaldırıldı.(25) 430 Sayılı Kanunla  Tevhid-i Tedrisat (öğretimin birleştirilmesi) kabul edildi.(26) 30 Kasım 1925’te 677 Sayılı Kanunla, Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Kapatılması; Türbedarlıklar ile Bir takım Unvanların Yasaklanması ve Kaldırılması,(27) 431 Sayılı Kanunla da  Halifeliğin kaldırılarak Osmanlı Ailesinin erkek-kadın bütün üyelerinin ve damatlarının bir daha dönmemek üzere  yurt dışına çıkartılmaları kararlaştırıldı.(28) Halifeliğin kaldırılması laik devlet düzenine geçişin önemli evresidir. Halifeliğin ve önemli bazı dinsel kurumların kaldırılması ile  Anayasanın 1. maddesindeki “Türk Devletinin dininin İslam” olduğu şeklindeki hüküm de önemini yitirmişti.(29)

 

10 Nisan 1928’de  1222 Sayılı Kanunla Anayasada gerekli değişiklikler yapılarak, 2. maddenin başındaki (Türk Devletinin dini, İslamdır) şeklindeki cümle ile, 4. maddedeki (TBMM dini hükümleri yerine getirir) şeklindeki cümle kaldırılarak; Türkiye laik ve modern devletler arasına girdi. 5 Şubat 1937’de, 3155 sayılı Kanunla   Anayasanın 1. maddesine “TÜRK DEVLETİNİN LAİK OLDUĞU” yolunda bir cümle eklenerek, bu tarihsel gelişimin son evresi de kapanmış oldu.

 

LAİKLİĞE ÇAĞRI (***)

 

 

 

Hukuk ve Devlet düzeninin (Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenini oluşturan dinsel kurallara, yani nakillere değil) akıla ve çağdaş bilime dayanmasını sağlayan laiklik ilkesi, “yüzyıllar boyu şeriat kurallarının egemen olduğu bir imparatorluğun mirasçısı yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde, Batıda taşıdığından çok daha kapsamlı bir anlama ve işleve sahiptir: “Atatürk’ün ve Türk Anayasalarının benimsediği laiklik ilkesi”, bir yönü ile, kişilerin vicdan ve ibadet özgürlüklerini güvence altına alırken, öteki yönü ile de, Türkiye Cumhuriyeti bakımından özel bir anlam ve olağanüstü bir önem taşıyan, “Toplum düzeninin akıla, bilime ve halkın istencesine (iradesine) dayanması” kuralına güvence kazandırmıştır. Laiklik, ilkesinin bize özgü bu ikinci yönü, “İman ve ibadet ile hiçbir ilgisi bulunmayan ve yalnızca toplum yaşamının düzenlenmesine ilişkin dinsel kaynaklı kurallar”ın hukuksal, siyasal, ekonomik, eğitimsel ve sosyal sorunların çözümünde, artık asla egemen olamamalarını, hatta hiçbir suretle etkinlik gösterememelerini  öngörmektedir. Geçmişten gelen olumsuz birikim ve İslam dininin hayatın her alanına el atan niteliği nedeniyle de, laiklik ilkesinin bu ikinci yarısı, yeni Türk Devleti bakımından vazgeçilmez ve yaşamsal bir değer taşımaktadır. Zira 14 yüzyıl önceki koşullar için öngörülmüş hukuk kurallarının, yüzyıllar sonrasının bambaşka koşullarında dahi uygulanmalarının zamanın gereksinmelerine ters düşerek toplum için giderilemeyecek bir köstek ve cendere oluşturmasından ötürü, toplum yaşamını geriliğe ve devleti çökmeye mahkum edeceği kuşkusuzdur. Bu gerçeği, herkesten çok daha iyi gören, dahi devlet adamı ATATÜRK, Türkiye Cumhuriyeti’nin benimsediği laikliğin en önemli bir ayırıcı niteliğinin, “din kurallarının hiçbir biçimde ve hiçbir koşul altında devlet düzenine müdahale edememesi” olduğunu vurgulamak gereğini duymuştur.

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini belirleyen 1961 ve 1982 Anayasaları (30), 2. maddelerinde ve başlangıç kısımlarında, sadece laiklik ilkesini değil, Atatürk’ün tüm ilke ve devrimlerini ve çağdaşçılığını” da, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olarak ilan etmişlerdir. Bir devlet kuruluşu olan üniversitelerimizde, bugün bazı kızlarımızın, “saçları görülen kadınların iffetlerinin olamayacağı ve dinsiz kişiler sayılmaları” gerektiği yolundaki çağ dışı bir görüşü savunarak, derslerde ve laboratuvarlarda dahi saçlarının tek telinin görünmemesi için büyük bir mücadele verme yoluna sapmalarının dini inançlarının bazı bilinen din bezirganlarınca  istismarının sonucu olduğuna kuşku yoktur. Çağımızın akıla ve bilime dayanan laik devletinde 1400 yıl önceki din devletinin gerekli gördüğü toplum yaşamına ilişkin kuralları uygulamanın söz konusu olamayacağını, bunların inanç ve ibadet ile ilgilerinin bulunmadığını ve ancak o zamanın devlet ve toplum yaşamı için öngörülmüş (geçerliliklerini zamanla sınırlı) kurallar olduğunu, 20. yüzyılın sonuna yaklaştığımız bir dönemde, lise öğrenimi ve eğitimi görmüş insanların düşünememeleri (ve bu gerçek kendilerine ayrıntılarıyla anlatıldığı halde kavrayamamaları) olanaksızdır. Kaldı ki, bizzat dinsel kaynakların bile açıkça gösterdiği üzere, İslamiyetin kabul edildiği dönemde dahi, kadınların bugünkü ölçütlerle bağdaşmayan aşırı örtünmelerinin öngörmenin nedeni, o günkü koşullar içinde kadınların sokakta rahatsız edilmelerini önleme amacını gütmekte idi. “O zamanın koşullarına göre alınan önlemlerin, bugün dahi aynen uygulanmalarının zorunlu olduğu” yolunda akılla bağdaşmaz bir görüş benimsenecek olursa, iffetlerinin ve inançlarının korunmuş sayılması için kadınların ev dışında “başörtüsü (ya da türban) ile de yetinmeyip, ÇARŞAF (cılbap) giymeleri”, hatta üniversitelerde erkek hocaların derslerine girmemeleri gerekecektir. Şu halde, yalnızca bu gerçek bile, kesinkes kanıtlanmaktadır ki, ev dışında başörtüsü (ya da türban) taşımak, 1400 yıl önce bile, dinsel kuralların emrettiği bir önlem değildi. Bundan ötürü de, bugün üniversitelerde başörtüsü ya da türban taşıma kavgası, örtünme konusunda din kurallarını körü körüne uygulamanın ortaya çıkardığı bir eylem değil; tamamen başka amaçlara yönelik bahane niteliğinde bir girişimdir.

 

Kısacası, kızlarımızı bir araç gibi kullanan perde arkasındaki çevrelerin amacı, şeriatın inanca ya da ibadete ilişkin kurallarının yerine getirilmesini sağlamak değil, “şeriatın inanç ve ibadet ile hiçbir ilgisi bulunmayan, 1400 yıl önce devlet ve toplum düzenine ilişkin olarak öngörülmüş kurallarının dahi, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşamında, uyulması zorunlu kurallar olduğunu, devlete ve tüm vatandaşlara kabul ettirmek” gibi, bir siyasal kavgayı başlatmaktır. Evet, bir kez daha vurgulamak isteriz ki, onların amacı, “devlet ve hukuk düzeninin her alanındaki tüm çözümlerin, inanç ve ibadet alanı dışında kalan ve sadece devlet ve toplum düzenine ilişkin şeriat kurallarına da uygun olup olmadıklarını, hem bütün devlet organlarının ve kamu görevlilerinin, hem de tüm vatandaşların, daima göz önünde bulundurmak zorunluluğunda oldukları” yolundaki çağdışı (ve din tüccarlarını devletin adeta vasisi haline getirecek) bir görüşün, adım adım benimsetilmesine öncülük etmektir. Bu kavgada bir araç olarak kullanılan masum kızlarımızın ve hatta onları baskı ile bu yola zorlayan genç ve yaşlı erkek vatandaşlarımızın arkalarındaki maskeli asıl faillerin ise, yabancı emellere hizmet eden din istismarcıları ve petrol kokan bazı yabancı finans kaynaklar olduğundan da hiç kuşkumuz yoktur (Dini siyasete alet etmeyi asla düşünmeyen, bağnazlıktan olduğu gibi art niyetlerden de uzak gerçek yurttaşlarla, aydın din adamlarımızın da, bu görüşlerimizi paylaştıklarına içtenlikle inanıyoruz).

 

İşte bunun içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin “laik hukuk” ve “laik eğitim” temeline dayanmadıkça çağdışı kalmaya ve sonunda bağımsızlığını, hatta varlığını yitirmeye mahkum olacağını , şeriatın, bundan 14 yüzyıl önceki koşullara göre konulmuş devlet yaşamına ilişkin kurallarını, bugün Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının ve yasalarının üstünde sayan bir görüşe karşı mücadele etmenin, aslında toplumumuz için bir ÖLÜM KALIM SORUNU olduğu kanısındayız. Bu nedenle, ŞERİAT DEVLETİ DOĞRULTUSUNDA mücadele edenlerin BİR ÖNCÜ SAVAŞI olarak başlattıkları “BAŞÖRTÜSÜ SAVAŞINI”, gerçek boyutu içinde değerlendirmek zorunluluğuna dikkati çekmek bizim için kaçınılmaz bir ödevdir.

 

YÖK’ün tutumunun değerlendirilmesine gelince: Üniversiteler üstü bu kuruluşun, insanı hayret ve dehşet içinde bırakan birçok zikzaktan sonra bu kez de Anayasanın başlangıç kısmında, 2. ve 24. maddelerinin sözüne ve ruhuna, anayasa mahkemesinin ve Danıştay’ın kararlarına aykırı olarak, tipik bir dolanlı işlem (Hile-i Şer’iyye) niteliğindeki son kararı ile, üniversitelerde uygar kıyafet zorunluluğunu öngören yönetmelik hükmünü kaldırması, “Anayasanın 11. ve 138. maddeleri hükümlerini hiçe sayması”nın yanında, -bu konudaki düzenlemeyi üniversitelere bırakmak suretiyle de sorumluluktan kaçarak- “kendisinin LÜZUMSUZ BİR KURULUŞ OLDUĞUNU İKRAR” anlamına da gelmektedir. Ayrıca bu karar, binlerce öğrencinin özgürlüklerinin tehdit edilmesi bakımından da, büyük bir tehlikeyi ve sakıncayı beraberinde getirmektedir. Gerçekten, bazı öğrencilerin inanç, hatta iffet koruma gerekçesiyle üniversite içinde bile başörtüsü (türban) taşımalarına izin verilmesi, “başörtüsüz (türbansız) kızlarımız üzerinde CİDDİ BİR BASKININ EGEMEN OLMASI SONUCUNU” doğuracaktır.

 

Bundan başka vurgulamak isteriz ki, üniversitelerde başörtüsü (türban) yasağının kaldırılmasının hoşgörü ile karşılanması, Barolarda, kamu hizmeti görülen yerlerde, hatta liselerde, önce türban, sonra çarşaf, takke ve fes taşıma ve başkaca Atatürk devrimlerini yok etmeyi hedef alan ÇEŞİTLİ ÇABALARI arka arkaya davet edecektir. Esasen bu doğrultudaki eylemlerin kapıda bekledikleri, bazı basındaki haberlerden de kolayca anlaşılmaktadır. Örneğin AYASOFYA MÜZESİNİN CAMİ HALİNE GETİRİLMESİNE YÖNELİK ÇABALARIN üzerine eğilince görülür ki, bunun amacı, “namaz kılacak yer bulmak” değildir. Bugün 70.000 camiye sahip olan Türk toplumunun, artık hala Bizans’ın yaptırdığı bir kiliseyi camiye dönüştürme zorunluluğu ile karşı karşıya bulunduğunu, aklı başında hiçbir kişi iddia edemez (31). Bu eylem, yalnızca “ATATÜRK’ün kabul ettirdiği ve Türk halkının, dünyanın gözünde layık olduğu yere yükselmesinde katkısı bulunan uygarca ve tarihsel bir jeste ve dolayısıyla laiklik ilkesine tokat atmak” gibi olumsuz bir amaç gütmektedir. Bazı ilkel kafaların ve karanlık ruhların, sırf “laiklik ilkesine ve ATATÜRK’e karşı çıkmanın yaratacağı olumsuz ve çağdışı bir zevki” yaşayabilmeleri, ya da “bazı siyaset bezirganlarının oy sağlayabilmeleri” için, “Türk’ün, 50 yıldan fazla bir zamandır bütün dünyaca övgü ile karşılanan bir kararını” ortadan kaldırmak istemeleri, bu çevrelerin kendi küçük çıkarları için, Türk devletine, Türk halkına ve Türk insanına ciddi zararlar vermeyi pervasızca ve insafsızca göze alabildiğini ve daha da alabileceğini açıkça göstermektedir.

 

Yeri gelmişken vurgulamak isteriz ki, üniversitelerde başörtüsü (türban) taşınmasını, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesini savunanların ve –ilk bakışta- masum isteklermiş gibi görünen daha bir çok gerici hareketin öncülüğünü yapanların önemli bir bölümü, aslında sözüm ona bir görüş açıklaması ile yetinmemektedirler. Bunlar, kitleleri “laiklik ve Atatürk ilkelerini savunanlara karşı saldırıya kışkırtma amacı gütmekte ve bunu uygulamaktadırlar”: Üniversitede çağdaş görünümü ve Ayasofya’nın müze olarak korunmasını ileri sürenleri açıkça kafirlikle suçlamaktadırlar; hatta onları, irtidat etmiş (Müslümanlıktan dönmüş) kişiler gibi göstererek öldürülmelerinin mubah (caiz, vacip) olduğunu, bağnaz çevrelere telkin etmektedirler.

 

1923’den, hatta 1908’den sonraki tüm ilerici adımların kaldırılmasını hedef alan bu militanlar, 31 Mart ve Kubilay olaylarının özlemi içinde, yeni Derviş Vahdettin’lerin ve yeni Derviş Mehmet’lerin, hatta Şeyh Sait’lerin yaratılması sevdasındadırlar (32). Esasen “inançlara dayanan değişmez ve karşıt teze (karşı iddiaya) izin vermez dinsel kuralların topluma egemen olmasını isteyenlerin, bu tutkularını dile GETİRMELERİ ve başka kişileri de bu doğrultuda İNANCA ULAŞTIRIP O YOLDA DAVRANMAYA DAVET ETMELERİ”, hele bunu örgütlü olarak yapmaları, asla ve asla “insan beyninin ürünü saydığımız akıla, mantığa ve dünyasal gerçeklere (insanın gereksinimlerine) dayanan DÜŞÜNCELERİN AÇIKLANMASI” ile aynı nitelikte davranışlar değildir. Hele başkalarının da benimsemesi amacıyla açıklanan inançlar, “aynı doğrultuda inanç sahibi olmayanların ve bu inanca göre hareket etmeyenlerin cezalandırılmasını ve saldırılara uğramasını bile doğru buluyor, hatta bu saldırıları din uğruna cihat (ve bu cihat’a katılacak kişilerin cennete bile gitmesini sağlayacak kutsal davranışlar) sayıyorsa, bu nitelikte inanç açıklamalarına ve onların propagandasına izin vermek, sadece başkalarının inanç özgürlüğünü fiilen reddetmek değil, aynı zamanda başkalarının kişi ve can güvenliğini dahi tanımamak anlamına gelir. Böyle bir durumu özgürlük adına istemek ise, “kişilerin özgürlüğünün, başkalarının özgürlüğü ile sınırlı olduğunu” unutmak, adeta özgürlüğü (inanç, düşünce ve davranış özgürlüklerini ve tüm dokunulmazlıkları) yalnızca saldırganlara tanımak demektir.

 

“Herkes istediği inanç ve görüşü dile getirsin ve yaysın da, isterse Türkiye ve Türk halkı bir süre sonra (manevi ölümün bu kendisi olan) korkunç bir karanlığın ve geriliğin eşiğine kadar gelmiş olsun!.” anlamına gelen bir felsefeyi ve “sözde özgürlük anlayışı”nı hele, laiklik ilkesine içten ve dıştan” genel saldırıya geçildiği böylesine kritik ve tarihsel bir dönemde, kavrayabilmemize ve benimseyebilmemize asla olanak yoktur. Çünkü toplum yaşamının amacı, “insanın özgürlüğünü, refahını ve mutluluğunu sağlamak”tır. Demokrasi dahi, insan için vardır; ve amaç “toplum içinde insanın insan onuruna yaraşır koşullarıyla yaşamasını sağlayan ortamı fiilen gerçekleştirmek”tir. Bu olanakların ortadan kalkmasına neden olacak sindirici, baskılar yaratıcı ve sonunda tüm özgürlüklerin ortadan kalkmasına neden olacak inanç ve istek açıklamaları, kısa süre sonra “insan beyninin ürünü olan görüşlerin, ilahi iradeye dayanan inançlara aykırı olduğu gerekçesiyle, kafalarda hapsedilmesine (hatta o görüşleri taşıyanların kafalarının koparılmasına)” neden olacaksa –ki olacaktır- böyle tersine çevrilmiş bir özgürlük anlayışı, “özgürlük adına özgürlüğü katletmek” ya da “özgürlük adına özgürlüğün intiharını savunmak” olarak nitelendirilebilir.

 

“İnançların yalnız vicdanlarda egemen olmasını yeterli bulmayarak (Türk toplumunda) devlet yaşamına da egemen olmasını “isteyenler”, ya da böyle bir isteği sadece “masum! bir görüş ayrılığı” olarak kabul edenler, hele bu doğrultudaki inanç açıklamalarını örgütlü olarak yaygınlaştırmanın ve böylece aynı inançları taşımayan kişiler üzerindeki manevi baskıların önemsiz ve olağan bir olgu (hoşgörünün doğal gereği) sayanlar, Türk toplumunu yakın ve somut bir tehlikeye sürükleyen çok önemli bir kavram kargaşasına neden olmaktadırlar. Evet, bir yandan hala ortaçağı yaşayan kafalar, öte yandan bu hevesten yararlanarak oy toplamak için göz yuman, ya da onu destekleyen siyaset bezirganları ve nihayet bu gidişten kendi çıkarları için yararlanmak isteyen siyasal ve ekonomik dış çevrelerin çabaları, Türk toplumunun üstüne boğucu zehirli bir hava gibi son yıllarda çökmüş bulunmaktadır. Ne yazık ki, şimdi bir de iyi niyetli kimi aydınların, “özgürlük ve demokrasi adına”, “özgürlüğün ve demokrasinin zerresini bırakmayacak bir akımın (yani şeriatçılığın) Türk toplumunun kaderini avuçlarının içine alma doğrultusundaki tırmanışını küçümsemeleri buna eklendiği içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde bugüne kadar görülmemiş ölçüde ciddi bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Bunu görememenin korkunç bir yanılgı (hatta gaflet) olduğunu  dile getirmek,... kutsal diye nitelendirebileceğimiz bir görev oluşturmaktadır.

 

Evet, vurgulamak isteriz ki, ilerici ve özgürlükçü kimi aydınlar, “şeriatçı akımların örgütlenmesine izin vermenin Türk devletinin ve toplumunun bugünü ve yarını bakımından taşıdığı yaşamsal tehlike” üzerinde hiç durmaksızın, kavramlar üzerinde soyut bir kafa sporu yaparcasına “akla gelebilecek bütün çözümleri bir kez deneme”nin, hür düşüncesinin bir sonucu olduğunu sanmaktadırlar. Oysa, kavramlarla böylesine kafa sporu yapmak, yüzyıllar boyu süren kavgalar sonunda elde edilmiş yaşamsal önemdeki değerlerin (laiklik İLKESİNİN) tehlikeye düşmesine neden olacak sorumsuzca girişimleri, haklı ya da mazur gösteremez. Türk toplumunda laiklik ilkesi, yüzyıllar süren acılar ve büyük felaketler sonucunda, ATATÜRK’ün dahiyane girişimi ve o zamanki –Halifenin ve Sultanın ne olduğunu ortaya koyan- tarihi koşulların da yardımı ile gerçekleştirebilmiştir. Bu ilkenin bir kez yitirilmesi, giderilemez bir sosyal felaket niteliğini taşıyacaktır. Ve şu gerçeği artık herkesin görmesi gerekir ki, irticanın kitle halinde harekete geçmesi (laiklik ilkesinin yok edilmesi) olasılığı, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bu kadar YAKIN, YAYGIN,SOMUT bir tehlike halinde kendisini göstermemiştir. Önümüzdeki 10 yıllık dönemde, Türkiye için irticadan daha büyük, hatta ona yakın hiçbir tehlike söz konusu değildir. Yıllarca süren İran-Irak Savaşını ve İran’da hala yaşanan dehşet verici uygulamaları görmüş olmalarına ve İran’daki şeriat düzeni savunucularının ülkemizdeki laiklik düşmanı hareketleri nasıl kışkırttıklarına tanık olmalarına karşın, kimi çevrelerin, hala “irtica ile geçici dönemler için ittifak yapılabileceği”ne inanabilmeleri, akla durgunluk verecek aşırı bir iyimserliktir.

 

Açıklamalarımızın sonunda, şu gerçekleri bir kez daha anımsatmak isteriz: Atatürk, İslamdaki dinsel kuralların “İNANÇ VE İBADETLE İLGİLİ OLMAYANLARI’nın,  toplumu yüzyıllarca geride kalan koşullara çivileyerek, çağ dışılığa mahkum etmesini önlemek, böylece hem dinin itibarını ve hem de toplumun bu gününü  ve yarınını kurtarmak için, din kuralları arasında “toplumsal ve düşünsel bir mucize” diye nitelendirilebilecek  bir tarihsel AYIRIMI gerçekleştirmiş, başka bir deyişle dünya ve ahiret arasındaki dengeyi sağlamıştır. Bir yandan “İNANÇ VE İBADET KONUSUNDAKİ  DİN KURALLARI”nın, dokunulmaz ve ebedi düzeyde olduğunu kabul ederek onlara vicdanlarda saygın yerini sunarken (Tanrı ile insan arasına hiçbir gücün giremeyeceğini vurgularken), öte yandan da “DEVLETİN VE TOPLUMUN DÜZENLENMESİNİ AMAÇLAYAN” (geçerliliği zamanla sınırlı) KURALLAR”ın (33) bu nitelikte sayılamayacaklarını ve geçmişteki yerlerini bir daha asla alamayacaklarını kesinkes ilan etmek suretiyle, “tüm Müslüman devletlere, çağ dışılıktan kurtulmanın yolunu” açmıştır.

 

Bu nedenle, “Atatürk laikliği”nin din düşmanı olduğunu iddia edenler aslında “dini koruma maskesi” altında, “uygarlık ve çağdaşlık düşmanı olan kişiler”dir; “toplumu, ilkel koşular içinde kalmaya, bağımsızlığını yitirerek yabancı güçlerin sömürgesi olmaya mahkum etmek isteyen ve geniş halk kitlelerinin değil, sadece ve sadece kendilerinin çıkarlarını düşünen (ve halkı sömürgenlerle ortak olmak isteyen) fırsatçılar”dır. Atatürkçülüğün din düşmanı olduğunu söyleyenler, her alanda kendileri gibi düşünmeyen ve farklı inançlara sahip olan kişileri ezmeyi, din uğruna cihat sayan, vicdan özgürlüğü düşmanları”dır.

 

Atatürk ve Atatürkçüler, dinin değil din bezirganlarının, vicdan özgürlüğünün değil başkalarının vicdan özgürlüğünü tanımayan, vicdan ve inancı tekellerine almak isteyen saldırganların karşısındadır.

 

Atatürk laikliği, yalnız uygarlığın, demokrasinin ve özgürlüğün değil, aynı zamanda iç barışın (mezhepler ve inançlar arasındaki barışın) ve ulusal birliğin de yolu ve güvencesidir; inanç ve ibadet alanı dışında kalan şeriat kurallarının dahi toplum yaşamında egemen olmasını isteyen dinsel devlet doğrultusundaki çabalar ise, aynı zamanda kardeş kavgasının ve bölücülüğün tohumudur.

 

20. yüzyılın sonunda Türk toplumunun sorunu, “Üniversiteye giden kızlarının, saçlarının bir telini dahi görünmemesini sağlamanın, ”onbinlerce camiyi müzeleştirilmiş bir kiliseyi de ekleme”nin, ya da “öğrencilere ve memurlara zorla din dersleri verme”nin kavgasını yürütmek olamaz; toplumumuzu hala bu gibi çağdışı sorunlarla uğraşır görmek, son derece üzücüdür. Uygar dünyaya kıyasla ne yazık ki, çok geride kalmış olan toplumumuzun bugünkü davaları, “her vatandaşın, akıla dayanan görüşlerinin hiçbir baskı ile karşılaşmaksızın serbestçe açıklanmasına izin veren ortamın fiilen yaratılması”dır; “her vatandaşın, kendi inancına göre hiçbir baskıya uğramaksızın yaşayabilmesidir; “her vatandaşa, öğrenim ve eğitim görme ve meslek sahibi olma olanağının, insan onuruna yaraşan yaşama koşullarının ve adil bir gelirin sağlanması”dır; “tüm vatandaşların, sağlıklı konuta, doktora, ilaca ve hastane bakım olanağına kavuşabilmesi”dir; “çalışanların ve çalışamayacak durumda olanların, işsizlik sigortasını da kapsamak üzere tüm sosyal güvenlik kurumlarında yararlanmasını sağlamak”tır; “bugünkü ve yarınki kuşakların, her gün biraz daha kötüleşen çevrenin ve doğanın tahrip edilmesi afetinden kurtarılması”dır; “vatandaşın, hukukun üstünlüğü ilkesinin benimsendiği bir düzende, hukuk devletinin tüm güvencelerinden yararlanarak erince (huzura) kavuşması”dır; ve nihayet bütün bunların garantisi olan “yönetime katılmanın (seçme ve seçilme hakkının) tam olarak tanınmasının yanında, vatandaşın sosyal ve ekonomik alanda da etkinliğini sürekli ..... bilmesi için, meslek kuruluşlarının geliştirilmesi ve etkili hale getirilmesi”dir.

 

“Bu doğrultudaki tüm olumlu adımların atılabilmesi ise, ancak ve ancak” akıla, bilime ve halkın istenmesine (ifadesine) dayanan bir toplum düzeninin egemen olmasına bağlıdır. Çünkü büyük çoğunluğu MÜSLÜMAN olan bir ülkede, laiklik ilkesi yok edildiği, hatta sadece önemli ölçüde zedelendiği zaman, ne halk egemenliği ve demokrasi, ne de insan hakları ve hukuk devleti ayakta kalabilir. Çünkü, tüm toplumsal sorunların, yüzyıllar önce İLAHİ İRADE ile çözümlendiği kabul edileceği cihetle; artık insanın, dünya yaşamına ilişkin yeni yeni durumlar karşısında uygulanması gereken kuralları, akıla ve bilime dayanarak bulması söz konusu olamaz. Öteki uluslar, her gün değişen dünyada yeni yeni çözümler arayıp bulur ve bunları uygularken, biz uzay sorunlarının çözümünde bile ancak ve ancak içtihat kapısının kapanmasından önceki (yani bin yıl) sözlerde ne gibi ipuçları bulunduğunu arayıp bulmaya ve onlar sayesinde çağı yakalama çabası içinde kalmaya mahkum edilmiş oluruz. Bu nedenle, Türk toplumunu yukarıda değindiğimiz “çağdaş amaçlardan saptırmak ve köhne bir düzenin içersine yuvarlamak isteyen güçlerin karşısına çıkan ilk ve aşılmaz engel” laiklik ilkesi olduğu içindir ki, “Türk toplumunun çağdaş olarak kalmasını ve o doğrultuda yeni adımlar atmasını isteyen tüm vatandaşların birinci görevi, 1924’den beri Anayasaların özünü oluşturan akılcı, çağdaş ve halk istencine dayanan bir düzeni koruyabilmek” için “böyle bir düzeni toptan yok edecek olan şeriat düzeni savaşçılarına karşı, laiklik ilkesini korumak amacıyla, laik devlet ilkesine bekçilik yapmaktır". Uygarlıktan yana olanlar da gerilikten yana olanlar kadar yürekli ve özverili olmadıkça, Türkiye’nin aydın ufuklara doğru gidişi sürdürülemez, hatta Ortaçağ karanlığına gömülmesi önlenemez. İşte bu düşünce ve duygularla, “vatandaşları özgürlüğe, gönence (refaha, sosyal hukuk devletinin huzur sağlayan güvencelerine kavuşmuş, ulusal istence (milli iradeye) dayanan, çağdaş ve uygar bir devletten yana tüm yurttaşlarımızı”, tüm partileri ve tüm kuruluşları, Türk halkının (bugünkü ve gelecekteki kuşakların) tartışma götürmez yaşamsal yararlarını korumak amacıyla, laiklik ilkesine sımsıkı bağlı kalmaya, “dini siyasettin emrine” ya da “siyaseti dinin emrine” alma eğilim ve tutkusundan sıyrılmaya ve nihayet demokrasinin ve halk egemenliğinin vazgeçilmez garantisi olan “laiklik ilkesinin” uyanık bekçiliğini yapmaya çağırıyoruz!

Av.Cemil CAN 

 

DİPNOTLAR:

(*) Bu bölümün önemli bir kısmı  İstanbul Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayferi Göze’nin Türk Kurtuluş Savaşı ve Devrim Tarihi,İstanbul 2000, adlı kitabından özetlenerek alınmıştır.

(**)Bu bölümün  önemli bir kısmı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ahmet Mumcu’nun Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi , İstanbul, 1984 adlı kitabından özetlenerek alınmıştır.

(***) Bu bölüm Hocaların Hocası, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Anayasa Hukuku Profesörlerinden Prof. Dr. Muammer Aksoy’un ölümünden kısa bir süre önce Atatürkçü Düşünce Derneği adına hazırlamış olduğu Laikliğe Çağrı Adlı Kitabının ilk bölümünden özetlenerek alınmıştır.

 

1.)      ASAL, Sadri.Maksudi. Teokratik Devlet, Laik Devlet, Tanzimat,İstanbul 1940 s.73

2.)      ARSLAN,a.g.m. s.74-76

3.)      ATATÜRK, Nutuk, III Belge 264

4.)       ATATÜRK, Nutuk, III Belge 264

5.)      ARSAL,Sadri Maksudi, Türk Tarihi ve Hukuk I, İstanbul 1947,sy 80

6.)       ATATÜRK, Nutuk, III Belge 264

7.)      ÇAĞATAY,Neşet, Türkiye’de gerici eylemler (1923’ten bu yana), Ankara 1972,sy 5

8.)      OKANDAN, Recai Galip, Amme Hukukumuzun Anahatları (Türkiyenin Siyasal Gelişmesi) İstanbul,1977, sy 27-28

9.)      BARKAN, Ömer Lütfi, Türkiye’de Din ve Devlet İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi. Cumhuriyetin 50. Yıl Dönümü Semineri, Ankara 1975, sy 52 vd.

10.)   VELİDEDEOĞLU, Hıfzı Veldet, Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat I, İstanbul 1940 ,sy .155 vd

11.)   DAVER, Bülent, Türkiye Cumhuriyetinde  Laiklik, Ankara 1955 sy.36

12.)   BELGESAY Mustafa Reşit, Tanzimat ve Adli Teşkilatı, Tanzimat I, İstanbul, 1940,sy.211 vd.

13.)   ANTEL, Sadrettin  Celal, Tanzimat Maarifi, Tanzimat I, sy.447-448

14.)   Nizamnamenin tam metni için bk. ANTEL, a.g.e  sy.450 vd.

15.)   ANTEL, a.g.e. sy.495-460

16.)   OKANDAN a.g.e. sy. 96

17.)   ATATÜRK, Nutuk II, sy.714

18.)   Taassup:Bağnazlık,bir şeye körü körüne bağlanma

19.)   İrtica:Gericilik;eski hayat tarzına dönme;ülke yönetiminin dinsel kurallara uydurulmasını isteme

20.)   ATATÜRKÇÜLÜK, Kitap 1 El yazısı bölümü,”taassupçuluk” başlığı ve devamı, Ankara 1982

21.)   307 nolu TBMM kararı.

22.)   308 nolu TBMM kararı.

23.)   313 nolu TBMM kararı.

24.)   314 nolu TBMM kararı.

25.)   Şeriye Vekilliğinin varlığı, din ve dünya işlerini birbirine karıştırıyordu. Bu örgüt, her biçim din işini düzenliyor, ayrıca diğer devlet kurumlarınca yapılan her türlü işlemin  dine uygun olup olmadığını denetliyordu. Evkaf Vekilliği ise, İslam devletlerinde önemli bir yeri olan  vakıfları yönetiyordu. İslam vakıfları, cami, mescit, medrese, okul, hastane gibi kamu kuruluşları kurmuşlardı. Niteliği bakımından bu kurumlarda dinseldi.

26.)   Türkiye’de ilk kez öğretim kurumları  bu kanunla birleştirilmiştir. Osmanlı Devletinde, özellikle dinsel eğitim yapan okullar ve medreseler, ayrı kuruluştular. Hepsinin bağlı olduğu yer farkı idi. Öte yandan pek çok azınlık okulu  başına buyruk idi.

27.)   Tekkeler ve Zaviyeler, İslamdaki çeşitli dinsel düşünce akımları yandaşlarının toplandığı yerlerdi. Bu akımların adına “tarikat” adı verilir. Özellikle son yıllarda birer tembellik ve  miskinlik  ocağı durumunu almışlardı, tam anlamıyla dinsel sömürü merkezleriydiler. Bunlar arasında Nakşibendi Tarikatı gibi dinsel topluluklar, rejim ve devrim karşısında çalışıyorlardı. Aynı kanunla o güne kadar kullanılan, “şeyhlik,dervişlik,müritlik,dedelik,seyitlik,çelebilik,babalık,emirlik,nakiplik,halifelik,falcılık,büyücülük,üfürükçülük,muskacılık” gibi tarikat unvanları da kaldırıldı.

 

28.)   15.05.1974 tarihli ve 1803 Sayılı Af Kanununa göre (m.8) hanedanın erkek üyeleri de artık Türkiye’ye gelebilirler. 16.06.1952 tarihli ve 5958 Sayılı Kanunla hanedanın kadın üyelerine Türkiye’ye  dönmek hakkı zaten tanınmıştı.

 

29.)   10 Nisan 1928 yılında  Anayasada yapılan bir değişiklikle 1. maddedeki “devletin dinini İslam” olduğu şeklindeki hüküm kaldırılmıştır.

 

30.)    Ve geniş değişiklerden ötürü, “1971 Anayasası” olarak da adlandırılan 1971 değişikliklerinden sonraki Anayasa metninin 2. maddesi de...

 

31.)   İstatistikler göstermektedir ki...

 

32.)   Bazı korsan mitinglerdeki sloganlar bile, bu acı gerçeği ortaya koymaya yeterlidir.

 

33.)   Diyanet İşleri Başkanlığı, Din İşleri  Yüksek Kurulu Eski Üyesi ve Eski Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Dr. Fahri Demir, İslam Dini Açısından Din-Devlet İlişkisi ( Din ve Laiklik) , Ankara 1999, adlı  eserinde; Kur’anda geçen ayetlerin bir kısmının  ‘itikat ve ibadete” ilişkin  olup, değişmez konular olduğunu; diğerlerinin ise “idare ve muamelet” konularında olup,  “ihtiyaç ve maslahat”ın gerektirdiği durumlarda, nasslardan ve Hz. Peygamber’in düzenleme ve uygulamalarından   farklı bir takım düzenleme ve uygulama  örneklerini de vererek ; 40 yıllık mesleki tecrübesinde: Müslümanların kendi dinlerini doğru tanımadıklarını öğrendiğini; İslam Dinine göre; “1.) Devletin yapacağı düzenleme ve uygulamalarda, konu hakkında nass (yani hakkında ayet-hadis bulunan konular) da bulunsa, o konuda “ihtiyaç ve maslahatın” gözetileceği,  2.) Devletin Allah adına değil;millet adına yönetileceğini,  ülkede uygulanacak kanunların Allah’ın Kanunları diye cür’etli ve gereksiz iddialarla değil;Milletin Kanunları gibi mütevazi ve gerçekçi bir anlayışla düzenleneceği ve düzenlenmesi gerektiği “ni , bu şekildeki bir düşüncenin  laiklik ile   çelişmediği sonucuna ulaştığını anlatmaktadır.

 

 Av. Cemil Can

 

 

 

 

Diğer Haberler

  • KADINLARA BİR DÜŞMANLIK YOLU DAHA
  • BAŞIMIZIN BELASI CEZASIZLIK KÜLTÜRÜ.!
  • MÜŞTERİLERİ DOLANDIRICILIKTAN KORUMA TİMİ.
  • KEMERBURGAZ RANT PLANLARINI YARGI ONAYLAMADI.!
  • *İMAM"ın POLİSLERİ ve TARİKATLAR*
  • BU YARGIYLA SİVİL ANAYASA YAPILIR MI.?
  • PTT ve KURUMSAL SOYGUN
  • AKP; 17 ADAMIZI, YUNANİSTA’A VERDİ.!
  • KUZU; KURTLUK YAPARKEN YAKALANDI.!
  • NADİRA KADİROVA İNTİHAR MI ETTİ, ÖLDÜRÜLDÜ MÜ.?
  • TrabzonSporKlübü

    Nasa

    Kentim_İstanbul

    Doga_İcin_Sanat

    ABD_USA

    Department_State

    TelerehberCom

    Google_Blog

    Kemencemin_Sesi

    Kafkas_Music

    Horon_Hause

    Vakıf_Ay

    Dogal Hayatı_Koruma

    Seffaflık_Dernegi

    Telerehber

    Sosyal_Medya

    E-Devlet

    Türkiye Cumhuriyeti

    BACK TO TOP