MEDENİYETLER ÇATIŞMASI

Samuel Huntington'un Medeniyetler Çatışması İsimli Makalesi, 11 Eylül Sürecinden Sonra Çok Daha Fazla Konuşulur Oldu.

Paylas:
  • Facebook'da Paylaş
  • Twitter'da Paylaş

M E D E N İ Y E T L E R   Ç A T I Ş M A S I .!

Samuel Huntington'un Medeniyetler Çatışması İsimli Makalesi, 11 Eylül Sürecinden Sonra Çok Daha Fazla Konuşulur Oldu.

Huntington bu makaleyi kaleme aldığında Bosna Savaşı sebebiyle İslam-Batı gerilimi ya da Hristiyan-Müslüman çatışması diyebileceğimiz bir gerilim noktası bulunuyordu. Filistin sorunu, Afganistan'ın Ruslar tarafından işgalinin yarattığı sorunlar, Çeçenistan krizi devam ediyordu.

Ancak pek çok kişi 11 Eylül sonrası dünyanın bu şekilde konumlanabileceği öngörüsünde bulunamıyordu. Bu sebeple tez bir ütopya, kötü bir varsayım olarak ta kabul edildi.

Bugün ABD siyasetine yön veren ekibin Fukayama ile birlikte Huntington'un yaklaşımlarına da değer verdiği göz önünde bulundurulursa, makalenin güncelliğini korumaya devam ettiği anlaşılabilir.

 

MEDENİYETLER ÇATIŞMASI  

Dünya siyaseti yeni bir aşamaya giriyor ve entelektüeller daha başkalarıyla birlikte bu durum karşısında, tarihin sonu, ulus devletler arasında rekabetlerin geri dönüşü, globalizm ile kabile kültürünün çekişmesi yüzünden ulus devletlerin gerilemesi türünden görüşlerin her biri, doğmakta olan realitenin çeşitli yönlerini yakalıyor. Bununla beraber, onların tümü, muhtemelen gelecek yıllarda global politikanın alacağı durumun can alıcı ve gerçekten merkezi bir yönünü gözden kaçırıyorlar.
Benim tezim bu yeni dünyada mücadelenin esas kaynağının öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacağı. İnsan soyu arasındaki büyük bölünmeler ve hâkim mücadelenin kaynağı kültürel olacak. Ulus devletler dünyadaki olayların yine en güçlü aktörleri olacak fakat, global politikanın asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve uluslar arasında meydana gelecek. Medeniyetlerin çatışması global politikaya hâkim olacak. Medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin çatışma hatlarını oluşturacak.

Medeniyetler Arasındaki Mücadele, Modern Dünyadaki Mücadelenin Evriminde Son Aşama Olacak.

Modern uluslararası sistemin Westphalia Barışı ile birlikte doğuşundan bu yana, bir buçuk yüzyıldan beri Batı dünyasındaki mücadeleler, büyük ölçüde bürokrasilerini, ordularını, merkantilist ekonomik güçlerini ve en önemlisi yönettikleri toprakları genişletmeye teşebbüs eden prenslerle imparatorlar, mutlakıyetçi monarklarla meşrutiyetçi monarklar arasında meydana gelmiştir. Onlar bu süreç içinde ulus devletleri kurdular ve Fransız Devrimi'nin başlamasıyla birlikte asıl mücadele çizgisi prensler yerine uluslar arasında oluştu. 1793'te, R.R. Paliner'in de ileri sürdüğü gibi, "Krallar arasındaki savaşlar bitti, uluslar arasındaki savaşlar başladı." Bu 19. yüzyıl modeli I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar devam etti. Ondan sonra, Rus Devrimi ve ona karşı gösterilen tepkinin bir sonucu olarak, uluslar mücadelesi yerini önce komünizm, faşizm-nazizim ve liberal demokrasi arasında ve daha sonra da komünizm ve liberal demokrasi arasında cereyan eden ideolojiler çatışmasına bıraktı. Bunun sonucu çatışma, Soğuk Savaş sırasında, iki süper güç arasındaki mücadelenin somut ifadesi olmuştur. Bu süper güçlerin hiçbirisi, klasik Avrupâi anlamda bir ulus devlet değildi ve her biri kendi kimliğini kendi ideolojisinin terimleriyle ifade ediyordu.

Prensler, Ulus Devletler Ve İdeolojiler Arasındaki Bütün Bu Kavgalar, Esasen Batı Medeniyeti Bünyesindeki Mücadelelerdi;

William Lind'in deyimiyle "Batı'ya ait iç savaşlar"dı. Daha önce 17, 18. ve 19. yüzyılın savaşları ve dünya savaşları kadar Soğuk Savaş'ın da gerçeği de buydu. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, uluslararası siyaset Batılı görünüşünün dışına çıkıyor ve Batı ile Batılı olmayan medeniyetler arasında ve Batı dışı medeniyetlerin kendi aralarında gelişen etkileşim, uluslararası siyasetin odak noktası haline geliyor. Medeniyetler siyasetinde, Batılı olmayan medeniyetler dahil ulus ve hükümetler artık, tarihin Batı sömürgeciliğinin hedefleri biçimindeki objeleri olarak kalmıyor, fakat tarihi devindiren ve şekillendirenler olarak Batı'ya katılıyorlar.

Medeniyetlerin Doğası
Dünya, Soğuk Savaş sırasında Birinci, İkinci ve Üçüncü dünyalara bölünmüştü. Bu bölünmeler artık geçersiz kalıyor. Şimdiki halde ülkeleri, siyasi ve ekonomik sistemleri veya ekonomik gelişme düzeylerini anlatan terimlerle değil, kültür ve medeniyetleriyle ilgili terimlerle gruplandırmak çok daha anlamlı olacaktır.
Bir medeniyetten bahsettiğimiz zaman neyi kastediyoruz?
Medeniyet Kültürel Bir Varlıktır.

Köyler, bölgeler, etnik gruplar, milliyetler, dini gruplar... Bütün bunların hepsi, kültürel çeşitliliğin farklı düzeylerinde ayrı kültürlere sahiptir. Güney İtalya'daki bir köyün kültürü, Kuzey İtalya'daki bir köyün kültüründen farklı olabilir; fakat her ikisi de onları Alman köylerinden farklı kılan ortak İtalyan kültürünü paylaşacaklardır. Avrupalı toplumlar kendilerini, sırasıyla Arap ve Çin toplumlarından ayıran kültürel özellikleri paylaşacaklardır. Bununla birlikte Araplar, Çinliler ve Batılılar daha geniş herhangi bir kültürel varlığın parçası değildir. Bunlar medeniyetleri oluşturuyorlar. Bir medeniyet bu suretle, insanların kendilerini diğer türlerden ayırt edici yönünden başka onların sahip olduğu en yüksek kültürel gruplaşma ve en geniş kültürel kimlik düzeyidir. Medeniyet hem dil, tarih, din, adetler, kurumlar gibi ortak objektif unsurlar aracılığıyla ve hem de insanların sübjektif olarak kendi kendilerini teşhis etmeleri suretiyle tanımlanır. İnsanlar çeşitli kimlik düzeylerine sahiptir. Roma'da oturan bir kişi kendisini bir Romalı, bir İtalyan, bir Katolik, bir Hıristiyan, bir Avrupalı, bir Batılı olarak değişen yoğunluk dereceleriyle tanımlayabilir. O kişinin mensup olduğu medeniyet, onunla kendisini kuvvetle teşhis ettiği en geniş kimlik düzeyidir. İnsanlar kimliklerini yeniden tanımlayabilir ve tanımlar da, bunun sonucu olarak da medeniyetlerin kompozisyonu ve sınırları değişir.
Medeniyetler, Çin gibi (Lucian Pe'in ifadesiyle, 'devlet olmak iddiasında bulunan bir medeniyet') çok büyük sayıda bir insan topluluğunu ya da örneğin, Karayipler'deki Anglofon unsuru gibi çok az sayıda bir insan kümesini de kuşatabilir. Bir medeniyet Batılı, Latin, Amerikan ve Arap medeniyetinde olduğu gibi çeşitli ulus devletleri ve Japon medeniyetindeki gibi tek bir ulus devleti içerebilir. Medeniyetler, açıktır ki, (farklı birtakım unsurları) örterler ve alt-medeniyet birimleri içerebilirler. Batı medeniyeti, Avrupa ve Kuzey Amerika gibi iki ana varyanta; İslam, Arap, Türk ve Malezya alt bölümlerine sahiptir. Medeniyetler yine de anlamlı varlıklardır ve kendi aralarında kesin hatlara rastlamak ender görülen bir şey ise de gerçektir. Medeniyetler dinamiktir; yükselir ve düşerler; bölünür ve birleşirler. Herhangi bir tarih öğrencisi bilir ki, medeniyetler zaman içinde bozulur ve bertaraf olurlar.

Batılılar Ulus Devletleri, Dünya Olaylarının Başlıca Aktörleri Olarak Düşünmeye Eğilimlidir. Halbuki ulus devletler, sadece birkaç yüzyıldan beri böyle olmuşlardır. İnsanlık tarihinin daha geniş bir dönemi medeniyetlerin tarihi olmuştur. Arnold Toynbee'nin A Study of History'de  saptadığı belli başlı 21 medeniyetten, çağdaş dünyada sadece 6 tanesi kalmıştır.

MEDENİYETLER NİÇİN ÇATIŞACAK.?
Medeniyet kimliği, gelecekte gittikçe artan bir şekilde önem kazanacak ve dünya büyük ölçüde, belli başlı yedi veya sekiz medeniyet arasındaki etkileşimle şekillenecektir. Bunların içine Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetleri giriyor. Geleceğin en önemli mücadeleleri, bu medeniyetlerin birini diğerinden ayıran kültürel fay kırıkları boyunca meydana gelecektir. Neden böyle olacak.?

Birincisi, Medeniyetler Arasındaki Farklılıklar Sadece Gerçek Değil Esaslıdır. Medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi de din yoluyla farklılaşır. Farklı medeniyetlerin insanları hak ve sorumluluklar, özgürlük ve otorite, eşitlik ve hiyerarşinin görece önemi hakkında farklılaşan görüşleri kadar Tanrı ile insan, bireyle grup, vatandaşla devlet, ebeveynle çocuklar ve karı koca arasındaki ilişkiler konusunda da farklı fikirlere sahiptir. Bu farklılıklar yüzyılların ürünüdür. Kısa zamanda kaybolmayacaklardır. Bunlar siyaset, ideoloji ve rejimler arasındaki farklılıklardan çok daha esaslıdır. Farklılıklar illâ da çatışma demek değildir ve mücadelede kesin olarak şiddet kullanılacağı anlamına gelmez. Gerçi yüzyıllar boyunca en uzun ve şiddetli çatışmaları, medeniyetler arasındaki farklılıklar oluşturmuştur.

İkincisi, Dünya Gittikçe Daha Küçük Bir Yer Haline Geliyor.

Farklı medeniyetlerin insanları arasındaki etkileşimler gittikçe artıyor: Bu artan etkileşimler medeniyet bilincini ve medeniyetlerin kendi bünyelerindeki ortaklıkların yanı sıra medeniyetler arasındaki ayrılıkların fark edilmesini güçlendiriyor. Fransa'ya yönelen Kuzey Afrika göçü, Fransızlar arasında düşmanlık doğurmakla kalmamış, aynı zamanda 'iyi' Avrupalı gözüyle bakılan Katolik Polonyalı göçünü kabul etme eğilimini de arttırmıştır. Amerikalılar Japon yatırımına, Avrupa ülkeleri ve Kanada'dan gelen daha büyük yatırımlardan çok daha olumsuz tepki göstermiştir. Benzer şekilde, Donald Horowitz'in ileri sürdüğü gibi, "Bir Ibo" olabilir... Nijerya'nın Doğu bölgesindeki bir Owerri Ibo'su veya bir Onitsha Ibo'su. O, Lagos'ta basit bir Ibo'dur. Londra'da bir Nijeryalı'dır. New York'ta ise bir Afrikalı. Farklı medeniyetlerin insanları arasındaki etkileşimler, sırasıyla düşünceyi gerisin geriye, tarihin derinliğine doğru yaymak için farklılık ve düşmanlıkları abartarak canlandırmak suretiyle insanların medeniyet şuurlarını arttırıyor.

Üçüncüsü, Dünya Çapındaki Sosyal Değişme Ve Ekonomik Modernleşme Süreçleri, İnsanları Çok Eski Yöresel Kimliklerden Koparıyor.

Bunlar aynı zamanda, bir kimlik kaynağı olarak ulus devleti zayıflatıyor. Dünyanın çoğu yerinde bu boşluğu doldurmak için din, sık sık "kökten dincilik" diye yaftalanan hareketler biçiminde devreye girmiştir. Bu tür hareketler, İslam'da olduğu kadar Batı Hıristiyanlığı, Musevilik, Budizm ve Hinduizm içinde de boy gösteriyor. Çoğu ülke ve dindeki kökten dinci hareketler içinde faal olan insanlar genç, yüksek tahsilli, orta sınıf teknisyenleri, meslek ve iş sahibi kişilerdir. George Weigel'in işaret ettiği gibi, "Dünyanın sekülarizasyondan uzaklaşması, 20. yüzyılın sonlarındaki hayatın hâkim sosyal gerçeklerinden birisidir. Dinin yeniden doğuşu, Gilles Kepel'in ifadesiyle "Tanrının Rövanşı," medeniyetleri birleştiren ve milli sınırları aşan bir kimlik ve ümit temeli sağlıyor.

Dördüncüsü, Medeniyet Şuurunun Gelişmesi Batı'nın İki Yönlü Rolü Tarafından Güçlendiriliyor.

Batı bir yandan kudretin zirvesindedir. Ama aynı zamanda ve belki bir sonuç olarak, Batılı olmayan medeniyetler arasında soy fenomenine dönüş ortaya çıkıyor. Bir insan, gittikçe artan bir şekilde Japonya'da maneviyata ve Asyalılaşmaya doğru eğilimler; Nehru mirasının sonu ve Hindistan'ın "Hindulaşması," Batının sosyalizm ve milliyetçilik fikirlerinin başarısızlığı ve bunun üzerine Ortadoğu'daki 'yeniden-İslamlaşma' ve şimdi Batılılaşmaya karşı Boris Yeltsin'in ülkesindeki Ruslaşmayla ilgili bir tartışma hakkında (birtakım) referanslar işitir. Gücünün zirvesindeki bir Batı, Batılı olmayan yollardan dünyayı biçimlendirmek için gittikçe daha fazla arzu, istek ve kaynağa sahip olan Batı dışı ülkelerle yüz yüze gelmekte.
Batılı olmayan toplumların elitleri, geçmişte çoğunlukla Oxford, Sorbonne veya Sandhurst'ta eğitilmiş ve Batılı tavır ve değerleri sindirmiş, Batı ile ilgili insanlardı. Batılı olmayan ülkelerin halkı (ise) aynı müddet içinde, çoğunlukla ve derin bir şekilde yerli kültürle donanmış halde kalmışlardır. Ancak şimdi bu ilişkiler tersine dönmektedir. Batılı olmayan birçok ülkede elitlerin yerleşmesi ve Batı'dan uzaklaşması görülürken, aynı zamanda, Batılı -çoğunlukla Amerikan- kültür, tarz ve alışkanlıkları halk kütleleri arasında daha popüler hale gelmektedir.

Beşincisi, Siyasi Ve Ekonomik Olanlara Göre Daha Az Değişme Eğilimi Gösteren Kültürel Özellik Ve Farklılıkların Uyuşma Ve Ayrışmaları Da Bu Yüzden, Onlara Göre Daha Kolaydır.

Eski Sovyetler Birliği'ndeki komünistler demokrat, zenginler fakir ve fakirler zengin olabildi; fakat Ruslar Estonyalı veya Azeriler Ermeni olamadılar. Sınıf ve ideoloji mücadelelerindeki anahtar soru, "Sen hangi taraftasın?" biçimindeydi ve insanlar taraflar arasında tercihte bulunabilir, bulunur ve taraf değiştirebilirdi. Medeniyetler arasındaki çatışmalarda ise bu soru, "Sen nesin?" şeklindedir. Bu ise bir veridir ve değiştirilemez. Bosna'dan Kafkasya ve Sudan'a kadar bildiğimiz gibi, söz konusu soruya verilecek yanlış bir cevap kafaya yenecek bir kurşun anlamına gelebiliyor. Hatta, etnisiteden daha fazla olarak din, insanlar arasında keskin ve dışlayıcı şekilde bir ayırım yapıyor. Bir insan yarı Fransız ve yarı Arap ve aynı anda iki ülkenin bile vatandaşı olabilir. Bundan daha zor olan şey, yarı Katolik ve yarı Müslüman olmaktır.

Son Olarak Ekonomide Bölgecilik Artıyor.

Bölgesel çerçevede kalan toplam ticaret oranları 1980 ila 1989 arasında Avrupa'da yüzde 51'den 59'a, Doğu Asya'da yüzde 33'den 37'ye ve Kuzey Amerika'da yüzde 32'den 36'ya çıkmıştır. Gelecekte bölgesel ekonomik blokların önemi muhtemelen artmaya devam edecektir. Bir yandan, başarılı ekonomik bölgecilik medeniyet bilincini destekleyecek, diğer yandan da ekonomik bölgecilik ancak ortak bir medeniyet içinde kök saldığı zaman başarılı olabilecektir. Avrupa Topluluğu, Avrupa kültürü ve Batı Hıristiyanlığı'nın paylaştığı temele dayanır. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi'nin başarısı Amerika, Kanada ve Meksika kültürlerinin halihazırda devam etmekte olan odaklaşmasına dayanıyor. Japonya ise tam aksine, Doğu Asya'da bunlarla kıyaslanabilir bir ekonomik varlık meydana getirmekte zorluklarla karşılaşıyor; çünkü Japonya, kendine has özellikleri olan bir toplum ve medeniyettir. Japonya, diğer Doğu Asya ülkeleriyle güçlü ticaret ve yatırım bağları geliştirebilse bile söz konusu ülkelerle arasındaki kültürel farklılıklar, Japonya'nın Avrupa ve Kuzey Amerika'dakine benzer bölgesel bir entegrasyonu ilerletmesini sınırlar ve belki de engeller.

Bunun Aksine, Ortak Kültür;

Çin Halk Cumhuriyeti ile Hong Kong, Taiwan, Singapur ve diğer Asya ülkelerindeki deniz aşırı Çinli topluluklar arasındaki ekonomik ilişkilerin hızla genişlemesine açık bir şekilde imkân sağlıyor. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, kültürel ortaklıklar gittikçe artan bir şekilde ideolojik farklılıkları bertaraf ediyor ve Kıta Çin'i ile Taiwan yakınlaşıyor. İktisadi bütünleşmenin ön şartı eğer kültürel ortaklık ise, Doğu Asya'da geleceğin başlıca ekonomik bloğu muhtemelen Çin'in etrafında toplanacaktır. Aslına bakılırsa, bu blok şimdiden meydana geliyor. Murray Weidenbaum'un söylediği gibi;

"Bölgedeki mevcut Japon hâkimiyetine rağmen endüstri, ticaret ve sermaye için yeni bir odaklaşma noktası olarak Çinli temeline dayanan Asya ekonomisi hızlı bir biçimde oluşuyor. Bu stratejik bölge, teknoloji ve üretim kapasitesinin önemli bir kısmını (Taiwan); müteahhitlik, pazarlama ve hizmet alanlarında sivrilmiş bir beceriyi (Hong Kong); nefis bir iletişim şebekesini (Singapur); muazzam bir mali sermaye birikimini (her üçü de) ve geniş bir toprak, kaynak ve işgücü bütünlüğünü (kıta Çin) ihtiva ediyor.

Bu etkin ağ, Guangzhou'dan Singapur'a, Kuala Lumpur'dan Manila'ya çoğu zaman geleneksel kabilelerin büyümelerine istinaden -Doğu Asya ekonomisi-nin omurgası olarak tasvir edilmektedir." (1)

İran, Pakistan, Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan ve Afganistan gibi Arap olmayan 10 Müslüman ülkeyi bir araya getiren Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'nın temelini de kültür ve din oluşturuyor. Esas olarak 1960'larda Türkiye, Pakistan ve İran tarafından kurulan bu teşkilatın diriltilmesi ve genişletilmesindeki nedenlerden biri, bu ülkelerdeki muhtelif liderlerin, Avrupa Topluluğu'na kabul edilme şanslarının olmadığını kavramalarıdır. Benzer şekilde Caricom, Orta Amerika Ortak Pazarı ve Mercosur da ortak kültürel temellere dayanır. Daha geniş bir Karayipler - Orta Amerika ekonomik varlığı inşa etmek için gösterilen çabalar, her ne kadar Anglo - Latin bölünmesi arasında bir köprü kuruyorsa da başarısız kalmaya mahkûmdur.

İnsanlar Kimliklerini Etnik Ve Dini Terimlerle Tanımladıkça;

Farklı din ve etnik yapılara mensup insanlarla kendileri arasında birbirlerine karşı bir "biz" ve "onlar" ilişkisinin var olduğunu muhtemelen görecektir. Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da ideolojik olarak tanımlanan devletlerin sona ermesi, geleneksel etnik kimlik ve husumetlerin öne alınmasına izin veriyor. Kültür ve din farklılıkları, siyasi sorunlar üzerinde insan haklarından, göç, ticaret, iş ve çevreye kadar uzanan farklılıklar meydana getiriyor. Coğrafi yakınlık, Bosna'dan Mindanao'ya kadar toprak taleplerinden ileri gelen mücadelelerin doğmasına neden oluyor. En önemlisi (ise), Batı'nın kendi liberalizm ve demokrasi değerlerini evrensel değerler olarak öne çıkarmak, askeri üstünlüğünü sürdürmek ve ekonomik çıkarlarını arttırmak için gösterdiği çabalar, diğer medeniyetlerden aksi yönde tepkiler gelmesine neden oluyor. İdeoloji temelinde ittifaklar kurmak ve destek sağlayabilmek imkânı gitgide azaldıkça, hükümetler ve gruplar sürekli artan bir şekilde ortak din ve medeniyet kimliğine başvurmak yoluyla destek sağlamaya girişeceklerdir.

Medeniyetlerin Çatışması, Böylelikle İki Düzeyde Ortaya Çıkar.

Mikro düzeyde komşu gruplar, medeniyetler arasındaki fay kırıklıkları boyunca, toprak ve birbirleri üzerinde kontrol kurmak için çok kere şiddetli bir şekilde mücadele ederler. Makro düzeyde (ise) farklı medeniyetlere mensup devletler göreli bir askeri ve ekonomik üstünlük uğruna rekabet eder, uluslararası kuruluşlar ve üçüncü taraflar üzerinde kontrol kurmak için mücadeleye girişir ve kendi özel politik ve dini değerlerini rekabetçi bir anlayışla öne çıkarırlar.

 

Bölünmüş Ülkeler
Gelecekte, insanlar kendilerini medeniyete göre ayırdıkça Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi farklı medeniyetlere mensup çok sayıda kavmi bünyesinde barındıran ülkeler parçalanmaya adaydır. Diğer bir kısım ülkeler, vasat seviyede kültürel bir türdeşliğe sahiptir fakat toplumları hangi medeniyete mensup oldukları konusunda bölünmüştür. Bunlar bölünmüş ülkelerdir. Liderleri tipik bir biçimde, kervana katılma stratejisi izlemeyi ve ülkelerini Batı'nın üyesi yapmayı arzu ediyor fakat ülkelerinin tarih, kültür, ve gelenekleri Batılı değildir. Bu tür bir bölünmenin en açık ve prototipik örneğini Türkiye teşkil ediyor. Türkiye'nin 20. yüzyılın sonlarındaki liderleri, Atatürk geleneğini takip etmekte ve Türkiye'yi modern, seküler, Batılı ulus devlet olarak tanımlamaktadır. NATO'da ve Körfez Savaşı'nda Türkiye'yi Batı ile ittifaka soktular; AB'ye üyelik için müracaat ettiler. Bununla birlikte, Türk toplumundaki bazı unsurlar, aynı zamanda İslami bir silkinişi desteklemiş ve Türkiye'nin esas itibarıyla Müslüman bir Ortadoğu ülkesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca, Türkiye'nin seçkinleri Türkiye'yi Batılı bir toplum olarak tanımlarken Batı'nın seçkinleri Türkiye'nin öyle olduğunu kabule yanaşmıyor. Türkiye, AB'nin bir üyesi olmayacaktır; gerçek sebebi Cumhurbaşkanı Özal'ın dediği gibidir: "Biz Müslüman’ız, onlar ise Hıristiyan’dır, ve fakat bunu dile getirmiyorlar." Mekke'yi reddettikten ve ardından Brüksel tarafından reddedildikten sonra, nereye bakar Türkiye.? Cevap, Taşkent olabilir. Sovyetler Birliği'nin zevali, Türkiye'yi Yunanistan sınırlarından Çin'e kadar yedi ülkeyi kuşatan ve yeniden hayat bulan bir Türk medeniyetinin lideri olma fırsatını veriyor. Batı tarafından teşvik edilen Türkiye bu yeni kimliği benliğine kazımak için büyük çaba sarf ediyor.

1980'li Yıllarda Meksika, Bir Dereceye Kadar Türkiye'ninkine Benzer Bir Pozisyona Girmiştir.

Tıpkı, Türkiye'nin Avrupa'ya karşı tarihi muhalefetini terk edip onunla birleşmeye çalışması gibi. Meksika da kendisini ABD'ye muhalefetiyle tanımlamaya son veriyor ve bunun yerine Birleşik Devletler'i taklit etmeye ve Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi'nde onunla bir araya gelmeye çabalıyor. Meksika liderleri, Meksikalı kimliğini yeniden tanımlamak gibi büyük bir işe dalmıştır ve temel ekonomik reformları, asıl siyası değişmeyi eninde sonunda başlatacak diye sunmaktadır. 1991'de, Başkan Carlos Salinas de Cortari'nin üst seviyedeki bir danışmanı, bana Salinas hükümetinin yapmakta olduğu bütün değişimleri ayrıntılı bir şekilde tasvir etmişti. O, sözlerini bitirdiğinde ben şunu söyledim: "Bütün bunlar çok etkileyici. Bana öyle geliyor ki, siz esas itibarıyla Meksika'yı bir Latin Amerika ülkesi olmaktan çıkarıp bir Kuzey Amerika ülkesine dönüştürmek istiyorsunuz." Bana şaşkınlıkla baktı ve şöyle bağırdı: "Aynen! Yapmaya çalıştığımız şey tamamıyla budur; fakat tabii ki, bu kadar aleni biçimde asla söyleyemedik." Bu danışmanın değerlendirmesinin de gösterdiği gibi, Türkiye'de olduğu gibi Meksika'da da toplumun bazı önemli unsurları ülkelerinin kimliğinin yeniden tanımlanmasına direniyor. Türkiye'de Avrupa'ya yönelik liderler İslam'a jest yapmak zorundadır. Özal'ın Mekke'yi tavaf edişi gibi; Meksika'nın Kuzey Amerika'ya yönelik liderleri de Meksika'nın bir Latin Amerika ülkesi olduğuna inanan kimselere öylesine jest yapmaya mecburdur. (Salinas'ın İbero Amerikan Guadalajara zirvesi).

Türkiye, Tarihin, En Derin Biçimde Bölünmüş Ülkedir.

ABD için Meksika en yakın bölünmüş ülke örneğidir. Global olarak en mühim bölünmüş ülke Rusya'dır. Rusya'nın Batı'nın bir parçası mı yoksa ayrı bir Slav - Ortodoks medeniyetinin lideri mi olduğu sorusu, Rus tarihinin tekrar edilen sorusudur. Batılı bir ideolojiyi ithal edip Rus şartlarına uyduran ve ardından da o ideoloji adına Batı'ya meydan okuyan komünizmin Rusya'daki zaferiyle birlikte bu sorunun üstü örtüldü. Komünizmin hâkimiyeti, Batılılaşmaya karşı Ruslaşma üstüne süregelen tarihi tartışmayı kapatmıştı. Komünizmin gözden düşmesiyle birlikte Ruslar bir kere daha bu soruyla yüz yüze geliyor.

Başkan Yeltsin, Batılı Prensip Ve Hedefleri Benimsiyor Ve Rusya'yı, "Normal" Bir Ülke Ve Batı'nın Bir Parçası Yapmaya Uğraşıyor.

Ne var ki, gerek Rus seçkinleri ve gerekse Rus kamuoyu bu mesele üzerinde bölünmüş durumda. Daha ılımlı muhalifler arasındaki Sergei Stankevich, Rusya'nın, onu, "Avrupalı olmaya, hızlı ve teşkilatlı biçimde dünya ekonomisinin bir parçası haline gelmeye, Yediler'in sekizinci üyesi olmaya ve Atlantik ittifakının iki hâkim üyesi sıfatıyla ABD ve Almanya'ya özel bir 'önem atfetmeye' götürecek 'Atlantikçi' bir rotayı reddetmesi gerektiğini" ileri sürüyor. Stankevich, özellikle Avrasyacı bir politikayı reddediyorsa da yine aynı derecede Rusya'nın Türkî ve Müslüman bağlantılarını vurgulayarak diğer ülkelerdeki Rusları himayeye öncelik vermesi ve Rusya'nın "kaynaklarının, tercihlerinin, bağlarının ve menfaatlerinin Asya'nın, doğu istikametinin lehine, yeniden dağıtımını göze çarpan biçimde ilerletmesi gerektiğini" savunuyor.

Bu düşüncedeki insanlar, Yeltsin'i, Rusya'nın çıkarlarını Batı'nınkine tâbi kıldığı, Rus askeri gücünü azalttığı, Sırbistan gibi geleneksel dostları desteklemede başarısız kaldığı, iktisadi ve siyasi reformu Rus halkına zararlı şekillerde yürüttüğü için eleştiriyor. Bu eğilimin göstergesi, 1920'lerde Rusya'nın emsalsiz bir Avrasya medeniyeti olduğunu savunan Petr Savitsky'nin fikirlerinin yeniden rağbet görmesidir. Daha aşırı muhalifler, çok daha bağıra çağıra milliyetçi, anti-Batıcı ve anti-Semitik görüşleri dile getiriyor ve Rusya'nın askeri gücünü yeniden geliştirmesi, Çin ve Müslüman ülkelerle daha yakın bağlar kurması için zorluyorlar. Rusya'nın seçkinleri kadar halkı da bölünmüştür. Avrupa Rusyası'nda 1992'nin sonbaharında yapılan bir kamuoyu yoklaması, Batı'ya karşı halkın yüzde 40'ının olumlu ve yüzde 36'sının olumsuz tavır sahibi olduğunu açığa çıkarmıştır. Rusya, tarihinin büyük bir kısmında olduğu gibi, 1990'ların başlarında da gerçekten bölünmüş bir ülkedir.

Açıkça ortadadır ki kısa vadede Batı'nın çıkarına olan şey, kendi medeniyeti içinde özellikle Avrupai ve Kuzey Amerikan unsurları arasında daha büyük bir birlik ve dayanışmayı ilerletmek; kültürleri Batı'nınkine yakın Doğu Avrupa ve Latin Amerika'yı Batı toplumlarına katmak; Rusya ve Japonya ile işbirliğine dayalı yakın ilişkileri geliştirmek ve sürdürmek; iki medeniyet arasındaki mahalli mücadeleleri büyük savaşlara dönüştürebilecek kışkırtmaları önlemek; Konfüçyüs'çü ve İslami devletlerin askeri güç kaybını hafifletmek ve Doğu ile Güneybatı Asya'daki askeri süperliğini devam ettirmek; Konfüçyüs'çü ve İslami devletler arasındaki farklılık ve ihtilafları kullanmak; Batılı değer ve çıkarlara yakınlık duyan diğer medeniyetlerdeki grupları desteklemek; Batılı çıkar ve değerleri yansıtan ve meşrulaştıran uluslararası kurumları güçlendirmek ve Batılı olmayan devletleri bu kurumlara karşı daha fazla kışkırtmaktır.

Daha Uzun Vadede Başka Önlemlere Başvurulması Gerekecektir.

Batı medeniyeti hem Batılı ve hem de moderndir. Batılı olmayan medeniyetler Batılılaşmadan modernleşmeye çalışmışlardır. Bugüne kadar sadece Japonya bu arayışta tam anlamıyla başarılı olmuştur. Batılı olmayan medeniyetler, modernliğin parçası olan zenginlik, teknoloji, beceriler, makineler ve silahlar elde etme çabasını sürdürecektir. Bu ülkeler aynı zamanda bu modernliği geleneksel kültür ve değerleriyle uzlaştırmaya çalışacaktır. Batı bundan dolayı güçleri Batı'nınkine yaklaşan fakat değer ve çıkarları Batı'nınkilerden önemli ölçüde ayrılan Batılı bu medeniyetlerle artan bir biçimde uzlaşmak zorunda kalacaktır. Bu da Batı'nın bu medeniyetlerle ilişkisinde çıkarlarını korumak için vazgeçilmez olan ekonomik ve askeri gücü sürdürmesini gerektirecektir. Ancak bu durum Batı'nın diğer medeniyetlerin temelindeki esaslı dini ve felsefi kabuller ve bu medeniyetlere mensup insanların çıkarlarını nerede gördükleri hakkında daha derin bir kavrayış geliştirmesini de gerekli kılacaktır. Bu, Batılı ve diğer medeniyetler arasındaki ortak unsurları ortaya çıkarmaya yönelik bir çabayı da gerektirecektir. Uzak olmayan bir gelecekte dünyada tek bir medeniyet olmayacak fakat bunun yerine her biri başkalarıyla beraber yaşamayı öğrenmek zorunda kalacak farklı medeniyetlerin bulunduğu bir dünya olacaktır.
Samuel Huntington - Foreign Affairs, Yaz 1993, s. 22-49.


 

@ #Medya Günebakış

 

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Temmuz.2017okkesb61@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ –– okkesb@turkfreezone.com,

https://twitter.com/okkesb ––––––– E.mail: okkesb@telmar.net,

https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi,- okkesb@gmail.com,

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Temmuz.2017okkesb61@gmail.com,


MEDENİYETLER ÇATIŞMASI

Uygarlıklar kendilerini savunmak ve propagandalarını yapmak için sürekli kendilerine barbar ötekiler bulurlar. Bu anlamda İslamofobi insanlık açısından bir ilk değildir.

Soğuk Savaş boyunca Batı, siyasal ve kültürel kimliğini anti-komünist eksende tanımlamaktaydı.

Batı dünyası Doğu bloğunu işaret ederek kendini demokratik ve özgürlükçü olarak ifade etmekteydi. Bu bağlamda iki kutuplu dünya sisteminin son bulması, Batı için büyük bir meşruiyet eksikliği doğurdu.

“Biz”i meşru kılacak bir “Öteki” antitezi, yani Doğu bloğu ortadan kalkmıştır. İşte tam bu noktada “İslam Tehlikesi” keşfedildi. Hatta bu bağlamda Ekim 1994 -Aralık 1995 tarihleri arasında NATO Genel Sekreterliği görevinde bulunan Willy Claes, 2 Şubat 1995 tarihinde Alman Sueddeutsche Zeitung gazetesine verdiği demeçte İslami; köktendinciliği NATO ittifakı için çok ciddi bir tehlike olarak gördüğünü ifade etti.

Bu çerçevede “Komünizm Tehlikesi” nin yerini “İslam Tehlikesi” aldı. Sovyetler Birliği yerini İran’a bıraktı. Nasıl ki komünizm sadece silahlı bir tehdit olarak gösterilmekle kalınmayıp, Batı kültürünün ve değer yargılarının düşmanı gibi gösterildiyse, İslam dünyasına da aynı işlev yüklendi. Bu çerçevede de Soğuk Savaş dönemindeki ortak düşmana (Sovyetler Birliği) karşı birliktelik, yerini güvensizlik ve düşmanlığa bırakmıştır.

Bu bağlamda Soğuk Savaş sonrası dönem siyasal İslam’ın kendini Batı’ya karşı tanımlayıp, küreselleşmesine yol açmıştır.  Buna karşılık Batı da İslamiyet’i bir güvenlik sorunu olarak algılamaya başlamış ve 11 Eylül ile beraber değiştirilmesi ve modernleşmeyle uyumlaştırılması gereken bir “Öteki” olarak görmeye başlamıştır.

İngiliz The Economist dergisi, 26 Aralık 1992 ile 8 Ocak 1993 tarihli sayılarında gelecek yüzyıl için yaptığı siyasi tahminlerde bazı ilginç senaryolar ortaya atmıştır. Suudi Arabistan’da radikal İslamcıların bir darbe ile yönetimi ele geçireceklerini yazan dergi, bu İslamcıların Balkanları işgal ederek Çin ile birlikte eskiden SSCB’nin etkisinde olan alanı ele geçirecek önemli bir blok oluşturacağını ileri sürüyordu. Yine 9 Eylül 1993 tarihinde “İslam fundamentalizmi hızlı bir şekilde dünya barışı ve güvenliği için bir tehdide dönüşüyor” satırlarını yazan  International Herald Tribune bu tehdit “1930’lu yıllardaki nazizm ile faşizm tehdidine ve 1950’li yıllardaki komünistlerinkine benziyor” diyerek İslam’ı açıkça nazizm ve komünizmin yerine ikame ediyordu.

Oysa nazizm Avrupa’nın en büyük gücü Almanya’da, komünizm ise Rusya ve Çin’de gelişmiştir. Diğer yandan Alman haftalık dergisi Die Zeit Nisan 1993’te NATO güçlerinin Komutanı General Galvin görevinden ayrılmadan önce yaptığı açıklamadan yaptığı alıntıda, “Soğuk Savaşı kazandık. Yaklaşık 70 yıllık bu sapmalardan sonra, İslam ile aramızda 1300 yılı aşan eski çatışma durumuna geri döndük”46 ifadelerine yer vermiştir.

Bu görüşlerin en çok dikkat çekerek tartışılanı ise Samuel Huntington’ın 1993’te Foreign Affairs dergisinde yayımlanan ve daha sonra genişletilerek 1996’da Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adıyla kitap olarak yayınlanan çalışması ile onun öğrencisi olan Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezi olmuştur. Uygarlıklar kendilerini savunmak ve propagandalarını yapmak için sürekli kendilerine barbar ötekiler bulurlar.

Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezi de bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, İslam ile Batı arasında çatışmanın kaçınılmaz olduğunu savunan, hatta bu çatışmaların normal olduğunu savunan görüşler için bir tür dayanak noktası ve sığınılan bir teori olmuştur. Hıristiyan ve İslam dünyasını karşı karşıya getiren tartışmaları tetikleyen  Medeniyetler Çatışması tezine göre, 21. yüzyıl medeniyetler arasındaki çatışmalarla şekillenecektir. Uluslararası ilişkiler sisteminin 16. ve 17. yüzyıllarda doğuşundan bu yana, ana hatlarıyla dört dönem geçirdiğini ifade eden Huntington’a göre, Fransız Devrimi’ne kadar süren birinci dönemde; uluslararası ilişkiler temelde egemenler arasında yürütülüyordu.

Fransız Devrimi’nden sonra çok kutuplu hale gelen uluslararası sistemde, savaşa ve barışa birlikte karar veren, birbirine aşağı yukarı eşit durumda olan çok sayıda aktör bulunmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu sistem sona ererken, önce komünizm, ardından faşizmin yükselişi, ideolojik blokların çatıştığı bir uluslararası sistemi hazırladı. İkinci Dünya Savaşı ise uluslararası ilişkiler tarihindeki en ideolojik süreci ve Soğuk Savaş dönemini oluşturdu.

Bu dönemde ülkeler, siyasi ve iktisadi durumlarına göre sistemde yerlerini alırken “Doğu” ve “Batı”, dünya hâkimiyeti için yaptıkları mücadelede, ya başkalarının çatışmasına izin verdiler ya da “Üçüncü Dünya Ülkeleri” olarak adlandırdıkları ülkeleri pasif bir savaş alanı olarak kullandılar. Huntington bu dönemin sona ermesiyle birlikte ülkelerin artık siyasi veya iktisadi sistemlerine veya ekonomik gelişmişlik düzeylerine göre değil, kültürel özelliklerine göre sınıflandırılması gerektiğini savunmaktadır. Ona göre artık ideolojiler çağının demir perdesinin yerini kültürün kadife perdesi alacaktır.

Dünyayı Batı’daki Katolik Hıristiyan, Çin’deki Konfüçyüs, Japon, İslam, Hindu, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika olmak üzere sekiz medeniyet bölgesine ayıran Huntington, önümüzdeki yıllarda bu medeniyetler arasındaki fay hatları boyunca bazı çatışmaların meydana gelerek yayılacağını ileri sürmektedir. O’na göre eğer gelecekte bir dünya savaşı çıkacaksa bu da medeniyetler arası bir savaş olacaktır. Huntington asıl büyük çatışmanın ise, Batı ve İslam medeniyeti ile Çin’deki Konfüçyüs uygarlığı arasında patlayacağını ileri sürmektedir. Son yıllarda tanık olduğumuz etno-kültürel çatışma ve/veya işbirliği örnekleri göstererek hipotezini desteklemeye çalışan Huntington İslam uygarlığının kanlı sınırlara sahip olduğunu, dolayısıyla çatışmanın onun karakteristik özelliği olduğunu savunmaktadır.

Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezi uzun dönemin medeniyet etkileşimi sürecini stratejik bir hedef için nasıl bir manivela gibi kullanılabileceğinin çarpıcı ve tehlikeli yüzünü göstermiştir. Batı-dışı medeniyet havzalarındaki kültürel canlanmayı, stratejik bir tehdit gibi gösteren ve batılı stratejistlere bu medeniyet havzaları arasındaki çelişkileri manipüle etmeyi öneren Huntington’ın yaklaşımı, sadece Batı-dışı medeniyetlerin, özellikle de İslam ve Çin medeniyetlerinin ciddi tepkilerine maruz kalmamıştır. Aynı zamanda West-Rest (Batı-Diğerleri) gibi kategorik bir ayırımın doğuracağı riskleri sezen batılı seçkinler ve siyaset yapımcıları nezdinde de ciddi kuşkular uyandırmıştır. Clinton’un 1999 yılı sonlarındaki Türkiye ve 2000 yılı başlarındaki Hindistan ziyaretlerinde, bu ülkelerin medeniyet geçmişlerinin insanlık birikimine yapabilecekleri katkılara özel atıflarda bulunması, Medeniyetler Çatışması tezinin doğurduğu güvensizlik ortamını gidermeye yönelik mesajlar olarak görülmelidir.

Gerçekten dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan Çin’in ve dünya nüfusunun yaklaşık diğer dörtte birini barındıran ve dünya jeopolitiğinin en hassas kuşağını ve geçiş yollarını elinde tutan İslam dünyasını karşı-medeniyet kutupları olarak gören bir yaklaşıma dünya düzeni oluşturmada ne derece riskli sonuçlar doğuracağı açıktır.  Artık kültürel farklılıkların siyasal ve ideolojik karşıtlıklardan daha önemli olduğunu ileri süren Huntington, insan ve Tanrı, birey ve grup, devlet ve vatandaş, özgürlük ve otorite, çocuklar ve aileleri, eşitlik ve hiyerarşi gibi kavramların çok yönlü üretim tarzının sonucu olduğunu ve yakın zamanda kaybolmayacaklarını savunmaktadır. Bu ilişkilerin farklı yorumlarını gündeme getiren Huntington’a göre, bunu belirleyenlerin içinde en güçlü olanı dindir.

İnsanlar yarı Amerikalı, yarı Arap gibi melez veya çoğu yerde iki ülkenin vatandaşı olabilmekte, ancak hem Katolik hem de Müslüman olamamaktadır. Dolayısıyla bunlar arasında bir çatışma olması kaçınılmazdır. Aydınlanma süreci ve onun ortaya çıkardığı bilimsel, kültürel ve siyasal gelişmelerin Batı’da ortaya çıktığını dolayısıyla evrensel değil Batı’ya özgü bir toplumsal kültürel, felsefi ilkeler ve değerler bütünü olduğunu savunan Huntington’a göre “Demokrasi”, “Hukuk Devleti”, “İnsan Hakları”, “Halk Egemenliği” ve “Laiklik” gibi aydınlanma ilkeleri Batı medeniyetine aittir.

Burada Aydınlanma değerlerini, bilim ve teknolojiyi evrensel köklerinden kopararak sadece Batılılaştırmak isteyen Huntington, diğer toplumlar ve değerleri dışlamaktadır. 

Oysa Huntington’un öğrencisi olan Francis Fukuyama, dünyada büyük yankı uyandıran Tarihin Sonu tezi ile Batı’nın üstünlüğünün kanıtlandığını ileri sürmüştür. Batı medeniyetinin oluşturduğu liberal demokrasiyle insanoğlunun ulaşabileceği en mükemmel siyasal ve ekonomik yapıya kavuştuğunu, ileri süren Fukuyama, insanlığın siyasi ve felsefi anlamdaki arayışının sonuna gelindiğini iddia etmiştir. O’na göre artık dünya Soğuk Savaş’tan zaferle çıkmış olan Batı’nın hegemonyasını kabul etmek zorundadır.

Yani Batı’nın üstünlüğü kabul edildiğine göre artık Batı ile çatışmaya girmeye cesaret edecek bir güç de kalmamıştır. Ancak Fukuyama’nın bu tezleri boşa çıkınca, dünyadaki çatışmalar değişik yerlerde değişik amaçlarla ve hatta çoğu zaman ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından kışkırtılınca, özellikle de Balkanlardaki etnik çatışmalarda ABD ve Avrupa ülkeleri kamuoyu tarafından suçlanarak zan altında kalınca, aslında Batı’nın bu çatışmalarda herhangi bir suçu olmadığını ileri sürmek için bu kez Huntington’un tezleri ortaya atılmıştır.

Nitekim Fukuyama aldığı eleştiriler üzerine kitabının yeni baskısında şöyle yazmaktadır: “Birçok kişi beni Medeniyetler Çatışması’nda çok farklı bir gelişimsel model ortaya koyan hocam Samuel Huntington’la kıyasladı. Bence belli açılardan dünyayı yorumlama yollarımız arasındaki farkı abartmak mümkün. Örneğin, kültürün toplumların indirgenemez bir parçası olduğu ve gelişim ile politikayı kültürel değerleri işin içine katmadan anlayamayacağımız konusunda onunla aynı fikirdeyim.

Fakat bizi birbirimizden ayıran çok önemli bir konu var. Bu konu, aydınlanma döneminde geliştirilen değerler ve kurumların potansiyel olarak evrensel mi olduğu ya da kültürel bağlama göre değişkenlik mi gösterdiği sorusu etrafında şekillenmektedir. Huntington açıkça bizim Batı’da aşina olduğumuz çeşitli siyasi kurumların, Batı Avrupa Hıristiyan kültürünün bir ürünü olduğuna ve onların bu kültürün dışındaki bağlamlarda kök salamayacaklarına inanmaktadır. Bu durumda

cevaplanması gereken temel soru da Batılı değer ve kurumların evrensel bir anlamı olup olmadığı ya da bugünün hegemonik kültürünün geçici başarısını mı temsil ettikleri olarak ortaya çıkmaktadır. Aslında Huntington’ın modern, seküler ve liberal demokrasinin tarihsel köklerini Hıristiyanlığa dayandırdığı, ona özgü olmayan savı oldukça doğrudur.

Bu açıklama dikkatlice okunduğunda hocası Huntington’dan farklı düşündüğünü ileri süren Fukuyama, aslında bu temel konularda hocasının fikirlerini benimsediği görülmektedir.

Tarihin Sonu’na yapılan eleştirilerden dört tanesini en ciddi eleştiriler olarak gördüğünü belirten Fukuyama, bunların ilkinin İslam’ın demokrasiye bir engel olmasıyla ilgili olduğunu söylemektedir. O’na göre problemin İslam’dan kaynaklandığını düşünmek pek gerçekçi görünmemektedir. Bugün modern demokrasinin destekçisi olarak gördüğümüz Hıristiyanlık (pek de uzak olmayan bir dönemde) köleliği ve hiyerarşiyi meşrulaştırmak için kullanılıyordu.

Nesilden nesile dini öğretiler, siyasi yorumlamalardan geçmektedir. Bu durum Hıristiyanlık için geçerli olduğu ölçüde İslam için de geçerlidir. Bugün kültürel olarak İslam’ı benimsemiş toplumların siyasi pratikleri arasında muazzam bir çeşitlilik vardır. Seyyid Kutub’un yazıları ya da Usame Bin Ladin ve El Kaide’deki ideologların devlet, devrim ve şiddetin estetikleştirilmesiyle ilgili politik düşünceleri, İslami gelenekten ziyade faşizm ve komünizm gibi 21. Yüzyıl Avrupa’sının aşırı sol ve sağ ideolojilerinden beslenmektedir. Çok tehlikeli olan bu öğretiler, İslam’ın hiçbir temel öğretisini yansıtmadığı gibi İslam’ı politik amaçlarının bir aracı haline getirmektedir.

50 Görüldüğü üzere Fukuyama bir yandan bütün dinlerin siyasal amaçlara göre yorumlandığını söylerken, aslında siyasal İslam’ın şiddete, dolayısıyla Batı ile çatışmaya müsait olduğunu da savunarak Huntington’ın tezlerini desteklemeye çalışmaktadır.

 

Medeniyetler Çatışması tezi ile ihtiva ettiği anlam arasında önemli bir fark olduğunu söyleyen Ahmet Davutoğlu’na göre ise Körfez Savaşı ve ardından yaşanan Bosna Savaşı’nda 250 bin insanın bir etnik kıyıma kurban edilmiş olması, aslında tarihin sona ermediğini ve Batı medeniyetinin değerlerinin de insanı tümüyle kuşatan değerler olmadığını ortaya koymaktadır.

Bu tablo karşısında Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezi ortaya atılarak, Batı medeniyetinin o ideal değerlerinden sapmasının onun suçu olmadığı ve bütün diğer medeniyetlerin çatışmasından kaynaklanan yeni bir kaotik dönemin başladığı iddia edilmektedir. 

Fukuyama “düzen”i vurguluyordu, Huntington “Kaos”u; Fukuyama düzenin arkasında Batı medeniyetini görüyordu, Huntington düzensizliğin arkasında bütün diğer medeniyetleri gösteriyordu. Birbirine alternatif gibi görünen bu iki tez, aslında siyasi stratejik arka plan açısından birbirini tamamlamaktadır. Bosna’da yaşananlar sebebiyle, Fukuyama’nın tezi çökünce, Huntington’ın tezi öne çıkmaya başlamıştır.

 

@ #Medya Günebakış

 

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Temmuz.2017okkesb61@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ –– okkesb@turkfreezone.com,

https://twitter.com/okkesb ––––––– E.mail: okkesb@telmar.net,

https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi,- okkesb@gmail.com,

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Temmuz.2017okkesb61@gmail.com,

Diğer Haberler

  • TOPRAKLARIMIZ SATILMAMALI
  • SELOCAN & SELAHATTİN DEMİRTAŞ ve SİYASET
  • DEPREMDE YIKIMIN SUÇLUSU KİM.?
  • YENİ TÜRKİYE FİYASKOSU, K9 KADAR FAYDA YOK
  • BU ÜLKEDE HEM SOLCU, HEM ERMENİ OLMAK.!
  • *VATANDAŞLIK VERİLİRKEN, VATAN DA VERİLİYOR.!*
  • LAİK DEMOKRATİK CUMHURİYET
  • *SİYASETİN ANADOLU FIRTINASI OSMAN BÖLÜKBAŞI*
  • İSKİLİPLİ ATIF'IN OSMANLI SİCİLİ DE BOZUKTU.!
  • 126 EMEKLİ BÜYÜKELÇİMİZİN KAMUOYU DUYURUSU
  • TrabzonSporKlübü

    Nasa

    Kentim_İstanbul

    Doga_İcin_Sanat

    ABD_USA

    Department_State

    TelerehberCom

    Google_Blog

    Kemencemin_Sesi

    Kafkas_Music

    Horon_Hause

    Vakıf_Ay

    Dogal Hayatı_Koruma

    Seffaflık_Dernegi

    Telerehber

    Sosyal_Medya

    E-Devlet

    Türkiye Cumhuriyeti

    BACK TO TOP