YAZDAN
KALDI BU YAZI

Ama
Yaz, Ve Hani Derler Ya,
"Yazdan Kalma" Diye, Onlar Da
Olmayacak-
Artık Hiçbir Şey Gelmeyecek.
(Ingeborg Bachmann)
YAZDAN
KALMA BİR YAZI
Enis Batur, Oktay Rifat’ın yolculuk kitapları üzerine
düşüncelerini aktardığı bir yazısına da yer veriyor kitabında. Burada “Üç günlük geziyle
bir yazar bir yeri, bir memleketi tanımaz. Kendine göre bir
sonuçlara varır. Hep genel konularda dolaşır durur.” diyormuş Oktay Rifat. (Oktay Rifat’a Doğru, Sel
Yayıncılık, 2014, s. 112)
Geçen yaz yaşadıklarımı ben de sezon sonundan alarak aktarayım
size. Ancak bendeki gözlemler üç günlük değil bir ömürlük sayılır.
“Bir
sahil kentinde limana bağlı teknelerin ağırlığını “küçükler’ oluşturuyorsa,
orada insanlık sürüyor demektir.” demişti Nazım Alpman bir köşe yazısında
(18 Ağustos 2008, Birgün)
Kumla’da Gemlik-Küçükkumla-Mudanya
arası işleyen bir İDO vapuru var. Gemlik ve Armutlu’dan İstanbul’a giden bir de
hızlı feribot. Büyüklerden her ikiside. Sahilin sessizliğini onlar bozuyorlar.
Ama niye yalan söyleyeyim boğaz vapuru her uğradığında onu gördükçe mutlu
oluyorum.
Sahili düzenli dolaşan iki de gezi
motoru var. Mehtap turlarıyla ünlü İzzet Kaptan ve Behçet Kaptan. Ama o eski, nostaljik
tadı yok tekne turlarının da. Sahiller sitelerle boydan boya apartmanlarla
çevrilmiş çünkü. Mavinin yanına yakışan o yemyeşil kıyıları,
zeytinlikleri, çamlıkları, çınar gölgelerini arıyorsunuz.

İzzet Kaptan emekli olmuş,
yolculuklara yakışan mehtap turlarının adını belediye “mavi tur” koymuş. Behçet Kaptan başka. Gemlik’te banklarda oturmuş kitabımı
okuyorken Behçet Kaptan’ın küçük sevimli teknesi anonslar yapıyordu. Saat
15:00’da; “Gemlik-Küçükkumla
Turu”. Benim için iyi bir
fırsat. Hem böylece yıllar yıllar sonra Gemlik-Manastır-Küçükkumla sahillerinin
son durumunu denizden de görebilecektim.
Ve motorlarda çalan müzikler, benim
küçüklüğümde Modern Talking ile Nurtaç Düzgit/Grup Turbo kasetleri falan
çalınırdı. O yıl hangisi moda ise… Denizi yaran küçük tekne yaz sezonu boyunca
aşina olduğum şarkıyı dinletiyor yine:
Dön hadi artık dünyaya
Aç gözünü zaman dar
Vazgeç artık eh be yavrum
Bunun sonu çok zarar
Eller ne dese inanmadın
Yürek yandı aldırmadın
Vuruldu kaç kere yüze
Sevmiyor dediler duymadın
Her yer de okyanus sen
boğuldun derede
Zamanla unutulur hani aklın
nerede
Saatin mi bozuldu niye
kaldın geçmişte
Al bir zaman bir de akıl bu
da benden sana hediye
(Derya Uluğ/Okyanus)

Kıyıdaki değişimi daha iyi görebilmek
için sancak tarafında yerimi aldım ve küpeşteye de hafiften yaslandım. Cep
telefonu elimde kamerası alesta. Anımsadığım her yeri tek tek çekeceğim.
Gemlik Körfezinin sol tarafı kıyı boyunca serbest liman bölgesi (Gemport).
Sağ taraf çay bahçesi ile ünlü Manastır mevkii. Adını eski zamanların keşişler bölgesi
olmasından alıyor. En tepeye kadar yazlıklarla dolmuş.
Manastır da 1984’e kadar şirin ve boş
bir sayfiye yeriydi. Bu tarihten sonra heyelan tehlikesine ve Bayındırlık Bölge
Müdürlüğü Afet İşlerinin raporlarıyla tescil edilmesine rağmen... Uğur, Huzur
ve Küçük adlı apartmanlar da yıktırılmıştı…
Halbuki ne kadar güzeldi. Küçükken sık
sık gelirdik buraya. Gemlik’ten kalkan küçücük motorların yanaştığı ahşap şirin
bir iskelesi vardı. Yamaçtan incecik ama çok soğuk ipil ipil bir pınar akardı.
Hani karpuz çatlatan dedikleri cinsten. Günübirlikçiler o pınarın çevresinde
toplanırlardı. Pınar suyunda adeta buz kesen bostanlar yaz ortasının pikniğine
serin lezzetler katardı. Arada da keşişlerden arta kalan kalıntılar üzerinde
kurulan çay bahçesinden mesireciler ihtiyaçlarını karşılarlardı. Apartmanlar
arasında sıkışıp kalmış bu yerin şimdiki adı da “Saklı Bahçe”olmuş.

Deniz güzel miydi değildi belki çakıl
taşlık maşlıktı falan ama bizlere yetiyordu. Henüz bozulmamış zeytinlikler,
işgal edilmemiş kıyılar…
Manastır’dan sonraki rota Küçükkumla
sahili. Sahile adını veren kıyıdan köy 3 km içeride.
İnsan bir yerde uzun zaman kalınca bazı
şeyler değerini mi yitiriyor ne? Galiba beklentiler karşılıksız kalıyor ve bazı
şeyler de gizemini yitiriyor. Bir zamanların zeytinliklerle kaplı
Küçükkumla’sının betonlaşan şantiye halindeki görünümü bende bu duyguyu
yaratmıştı. Binerken 10 liralık bileti kesen lostromonun yanında duran Kaptan’a “Ben Küçükkumla’da
kalacağım” demiştim.
Sezon sonu olduğundan fazla müşteri de yoktu çünkü…
İndikten sonra büyük hayal kırıklığıyla
eve doğru yol alıyorum…
Hatırlıyor musun
Nasıl
sapsarı
Katırtırnakları açar
deniz
kıyılarında
(Sappho)

Karşı yaka, körfezdeki yerleşimlerden,
körfezin çıkış noktalarından biri de Mudanya’dır…
Peki Mudanya farklı mı.?
Mudanya hem mütareke binası hem de poyraz rüzgarıyla meşhur. Son
yıllarda ilçe kıyılarını işgal eden yüksek apartmanlar poyrazı
kestiğinden mi nedir eski Mudanya müdavimlerinin şikayetlerine
neden olmuyor değil. Poyraz aslında Yunanca Boreas’tan geliyor.
Poyraz’ın hikayesini bilir misiniz.? Halikarnas Balıkçısı “Anadolu Efsaneleri” adlı kitabında aktarıyor. Pan bir
periye (Prtys) aşık oluyor. Onu kaçırmak isteyince peri çama dönüşüyor. Çamlar
işte bu perinin ruhunu simgelediğinden her poyraz estiğinde inliyorlardı.
Flüt çalıp dolaşan Pan çobanların tanrısıdır. Satirler keçi
ayaklıdır. O da bir satirdir. Pan hedonizmi yani dünya zevklerine düşkünlüğü
simgelemektedir. Panik yani çığlık sözü de ondan gelmektedir.
Kumyaka ve Trilye Mudanya kadar ünlü iki şirin Rum köyü.
Buradaki kiliselerin de tarihi açıdan önemi çok yüksek. Bahar ayıyla beraber
Kumyaka ile Trilye arasındaki asfalt yol kenarlarına katırtırnakları ile laden
çiçekleri eşlik ediyor. Akdeniz iklimi öyle bir iklim ki çakır
dikeni ile katır tırnağı yan yana. Katırtırnaklarından sözaçınca da aklıma
Kumyaka geliyor…

Kumyaka’lı ablayla tesadüfen
karşılaşmıştık Bursa’da bir yerde. Bir arkadaşımla Körfez’deki kıyıların
betonlaştığından dem vuruyorduk. Meğerse o da kulak misafiri
olmuş. Mudanya’dan da söz açıldığında söze giriveriyor: “Mudanyamız
güzeldir.”
Mudanya’da oturduğunu fakat
Kumyaka’lı olduğunu söylüyor. Kumyaka-Trilye arasında yaptığımız bir yürüyüşte
asfalt yol boyunda tüneyen çok büyük bir yılanla karşılaştığımızı
söylemiştim. Cevabı hazırdı ona da: “Sen
fırsatı kaçırmışsın yılan para demektir.” Ne yapaydım yani eve mi götüreydim yılanı diye söylendim,
hayret o ise köyde doğduğu halde hiç yılan görmemiş. Mezarlığa geldiklerinden
falan söz açıp gitti…
Yılan, tahminim bir bozyörük (hazer) yılanıydı… Tehlikesiz hatta yararlı bir hayvandır
ama çok iri ve ürkütücü bir hayvandı. O ise benim bedenimden ürkerek fırlayıp
kaçmıştı. Zaten Türkiye’de yaşayan 54 tür yılandan sadece 13 türün zehirli, 3
türün yarı zehirli, 38 türün ise zehirsiz olduğu bilinir.

Denize yakın yaşamanız balıklar ya da
deniz kuşlarına yakın olmakla beraber karayla ilintili canlılardan uzak
olacağınız anlamına gelmez. Bir yol boyunda iri bir yılana rastlayabileceğiniz
gibi bir çadır kampındaki baraka veya ağaçlar arasında da yaşamını
sürdüren yırtıcı hayvanlara rastlayabilirdiniz. Hepsi de sonuçta bir
insandan ürküp kaçarlar.
Kurşunlu’da mesela gelincik (kakım)
görürdüm. Ancak bazı hayvanlar hakkında insanların önyargıları vardır. Gelincik
ve yılan hakkında anlatılanlardan bir tanesi ise ibret verici:
Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan önce ölen ve yalnız
yaşayan hamile
bir kadın kendisine arkadaş olması için ormanda yaralı bulduğu bir
gelinciği evinde beslemeye başlar. Gelincik kadının yanından bir an
bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan gibi olmasa da gelincik
biraz uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına
tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna da bakmak zorundadır. Günler
geçer ve kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve
yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır. Gelincik ile bebek evde
yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve döner.
Gelinciğin kanlı ağzını görür. Çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve
oracıkta hayvanı öldürür. Tam o sırada içerdeki odadan bebeğin sesi
duyulur. Anne odaya yönelir. Odada beşiğin içindeki bebeğini ve yanında duran
parçalanmış bir yılanı görür…
Kraliçe Viktorya döneminin de bir simgesi haline gelen bu
korkusuz ve cesur hayvanın kürkü bir şal gibi boynunu da süslermiş…

Yılan görmek paraya tabirse ya yunus balığı neyin alametiydi.
Kumla’da geçen yaz iki kez canlı canlı yunusları gördüm. İlkinde
Büyükkumla’da denizden iki defa fırlayıp kaybolmuşlardı. Yanımdaki bir genç
kitap okuduğum bankta bana bakıp “Sen
de gördün mü.?” diye sormuştu. Ben daha önce
yunusların körfezde sadece heykellerini görürdüm, Gemlik’te, Mudanya’da,
Güzelyalı’da ve Küçükkumla’da...
Diğerini ise Küçükkumla iskelesindeki oltacılar göstermişti.
O daha açıkta yüzüyordu çünkü. Balıkçılardan niye bu kadar seyrek
göründüklerini sorduğumda aslında açık denizlerde yaşadıklarını
fakat sardalya sürülerinin peşine takılarak kıyıya kadar sokulduklarını
öğrenmiştim. B.Kumla’dakiler çok daha yakında görünmüşlerdi. Zaten bir dip balığı değil zargana,
sardalya, palamut, hamsi, istavrit, uskumru, kılıç gibi su yüzeyine yakın
yaşayan hava balıklarıydı bunlar.
Yukarıda çamlar,
meşeler, ardıçlar,
Ve çoğu unutulmuş ağıl
yerleri
Önlerinde, susuz, sessiz bahçeleriyle
Taştan, tuğladan evler
Sade, sımsıcak köy evleri
Aşağıda dar uzun çayırlar
Ve yol boylarında
İncecik ve yalnız kızlar
gibi
Yaban gülleri
(Ferit Durmuş)

Ferit Durmuş 1954 Ankara Örencik doğumlu. İnsan sevgisiyle
dolu doğuştan şair. Bursa’da yaşıyor. “Geçip
Giderken” ilk
şiir kitabı. Her dizesi sevgi, özlem ve doğa sevgisi içeren şiirler yüklü.
İnsana ve doğaya olan yakın duyarlılığı kadar toplumsal sorunlara da duyarlı.
Bunu yakından bilenlerden biriyim. Neden mi? Çocukluğumdan tanışız çünkü.
Geçtiğimiz günlerde yaptığımız kısa bir telefon görüşmesinde
bana Kurşunlu’dan çocukluk günlerimden kalan aramızdaki konuşmayı anımsattı.
Taştan kumdan kale yapıyormuşuz. Ona, “Her taşın bir öyküsü vardır”
dediğimi anımsattı. Bir güzel insana ne de güzel söylemişim. Unutmamış…
O yıllar kumdan kaleler kurardık, kumsaldaki taşlarla ördüğümüz
minik iskelelerimiz de olurdu. Ben çocuktum o ise genç bir şair…
Narlı’da bir çocuk babasına suda yüzen yavru kefal (ilarya ya da
liza) sürülerini gösteriyor heyecanla. Adam çocuğa “Deniz böyle temiz
olursa balık da çok olur bak” diye öğüt veriyor. Karacaali köyü
kahvesinde çardak altına toplanmış ihtiyarlar da kendi aralarında tartışıyor.
Masa üzerindeki bir kafesin içine 2 kumru konmuş. Biri kuşlara
bakıp konuşuyorken, beriki “Bu
kuşlar aslında kafeste yaşar” diyor. Belli ki kafesin sahibi o,
kuşları kafesleyen de galiba o. Ama kuşlar öyle mi.? Kuşlar doğaya ait tıpkı
denizdeki balıklar gibi…

“Bir hayvan bütün
işinin yaşamak olduğunu düşünür; insan ise yaşamı bir şeyler yapmak
için bir olanak olarak görür.” der Aleksandr Herzen (Suçlu Kim?
Yordam Kitap, 1.Baskı, 2016, s. 28) Hayvanların
insanları şüpheye düşürecek yetenekleri de var halbuki bilhassa yuvalar
kurma konusunda. Bu tür belgesellerden birisinde bu muazzam yuvalara
şahit olmuştum. Bir erkek kirpi balığının eşini cezbetmek için kumdan
yaptığı yuva insanı hayrete düşürüyor. Hele ki bu yuvalara gösterdikleri
ihtimam yanında evlerimiz bizim kumdan kalelerimiz kadar ilkel kalıyorlardı. Ya
binbir sabır ve meşakketle kunduzların inşa ettikleri o muhteşem
barajlar, yer altına kentler kuran karıncalar, kuleler diken termit yuvaları.
Onlara kim söz söyleyebilir ki.
“Mekanın
Poetikası” ise Gaston
Bachelard’ın bir başyapıtı. “Bu
kitapta inceleme alanımızın iyice belirlenmiş olması, bizim için çok elverişli
bir durumdur. Gerçekten de çok basit hayalleri, mutlu mekanın hayallerini
incelemek istiyoruz. Soruşturmalarımıza, bu yönelim çerçevesinde,
yer-severlik (to pophilie) adı verilebilir.” diyordu
Bachelard. (İthaki
Yayınları, 2013, s. 27-28)
“Her hayvanın kendi
yuvasını yaparken gösterdiği ustalık ve özen o hayvana öylesine uygundur
ki, daha iyisini becerebilecek başka bir varlık yoktur. Bu da onu
tüm duvarcılardan, marangozlardan ve yapı ustalarından daha yetkin kılar;
çünkü şimdiye kadar hiçbir insan kendisi ve yavruları için, o küçücük
hayvanların yaptığı ölçüde yetkin bir yapı ortaya koymamıştır, öyle ki bu
konuda şöyle bir atasözü bile vardır: insanlar her şeyi yapmayı
becerir, kuş yuvasından başka.” (a.g.e., s. 125)

Örneğin, sosyal dokumacı kuşlarının (philetarius socius)
yuva ve paylaşım konusundaki dayanışmaları insanlara parmak ısırtacak
seviyededir. Vogelkop çardak kuşları ise dişisine
yaptığı kur ve yuva süslemesiyle insan hemcinslerine
taş çıkartır.
“Ama içi boş bir kabuk,
tıpkı boş bir kuş yuvası gibi, sığınma üstüne kurulan düşleri çağırır. Doğa,
bizi şaşırtmak için çok basit bir yol kullanır: yaptığı şeyi kocaman yapmak.”
(Bachelard, a.g.e., s. 141-157)
Dev istiridye (tridacna gigas) 14 libre (7 kg) lık bir yumuşakça
olmasına rağmen kabuklarının ise her biri 250-300 kg gelir ve
boyları 1-1,5 metre arasındadır. Çin’deki zengin mandarinlerin bu hayvanın tek
bir kabuğundan yapılmış banyoları bile vardır…
Benim deniz canlılarıyla yaşadığım ilk
heyecan çocukluk yıllarıma rastlar. O vakitler zeytinlikler çadır yeri olarak
kiraya verilirdi.
Şimdi adı Gemlik’le anılan Kurşunlu’da
birkaç yaz geçirmiştik. Lodoslu bir günde kıyıya vurmak üzere olan iki
küçük zargana balığını deniz suyuyla doldurduğum bir leğene koymuş,
elimle yakaladığım yavru balıkları ertesi gün denize bırakmıştım. “Her Gün Yaşamak” adlı minik öykümde anlatmıştım bunu.
Bundan başka birçok kıyı balıklarını da
yine Kurşunlu’da tanıdım. Kaya balıklarını, dikenli izmaritleri,
isparileri. Büyükkumla’ya ziyaretlerimizden birinde daha yakından
tanıştım horozbinalarla. Bu küçük ama yapışkan balıklar da kıyıya yakın ve
yosunlarla kayalar arasında yaşıyorlardı. Bir taşın altından bir yosunun
arasından çıkıveriyor ama elinizden kayıveriyorlardı. Avucumun içinde misafir
etmiştim kazara onları da…
İnsanlar ne diye bu kadar özensiz, gelişigüzel ve
umursamazcasına konutlar yapar ki…

( 2 )
“Jan Hendrik van den Berg
şöyle yazar: Şairler ve ressamlar doğuştan fenomenologtur. Hayalgücü,
sergilediği capcanlı eylemlerle bizi geçmişten de gerçeklikten de koparıp
alır. Kapılarını geleceğe açar. Hayal etmeden nasıl öngörebiliriz ki.?” diyor
aynı kitapta Gaston Bachelard (s.
20-27)
Hiçbir zaman Fransa'yı terk etmemiş veya bir vahşi orman
görmemiş olmasına rağmen, en ünlü resimleri vahşi orman resimleridir
Henri Rousseau’nun. Şöyle dermiş: “Seralara
girip egzotik diyarların yabancı bitkilerini gördüğümde, sanki bir rüyaya
girmiş gibi oluyorum." Lise yıllarında ders kitaplarımı tablo
imitasyonlarından kaplamaktan hoşlanırdım. Defter kapaklarımdan bir tanesi de
Henri Rousseau’nun 1910 yılında yaptığı “Negro Attacked” (Jaguar saldırısı) tablosu idi.
Ya zakkumlar. Mis kokularıyla
rengarenkler. Pembe hayaller gibi. Geçen yıl yaya yolunu yapınca kaybolup gitmiş zakkumlar da. Şu Küçükkumla’ya da keşke bir ressam
eli deyse diyorum.
Ancak bugün (Mehmet Aksoy heykeli örneği) ülkede egemen olan
sanat anlayışıyla geleceğe bakışın ipuçları veriliyor aslında. Küçükkumla’ya da yansıyor bir şekilde. Yazları
yaşamaya başladığım bu beldenin hemen girişinde Tankut Öktem’in de bir heykel
atölyesi bulunur. Ölümünden sonra kızı Oylum Öktem İşözen atölyeyi yürütüyor.
Küçükkumla’ya girişinizde sizi ilk karşılayan bu heykeller olur.
Heykellerden birisi de Zeki Müren’in heykelidir (aynı heykelden şimdi
Bodrum’daki evinin bahçesinde de vardır bir tane)... Atatürk’ün, İnönü’nün
heykelleri ve daha birçok heykel bulunur. Oylum Öktem İşözen atölyenin başına
gelenleri heykellere saldıranları üzülerek anlatır...

“Bir kasabada günlerce
kalırsınız. Belediye parkında oturmaktan, derenin kenarındaki
gazinoda gazoz içmekten, belediye meydanındaki çok katlı iki üç binayı
görmekten içinize sıkıntı çöker. Tozlu yollarda geçen
şehirlerarası otobüsler bile bir yenilik getirmeye başlar size.”
(Oğuz Atay, Tutunamayanlar, 61. Baskı, s. 574)
Küçükkumla’daki akşam yürüyüşleri de meşhur. Sıkılan
kendini sahile atıyor. Akşam saatlerini iple çekenler de vardır. Kim bilir?
Sahil yolu yer yer çay bahçeleri, çay ocakları, lokanta ve balıkçı
dükkanlarıyla vs. kaplı ama en çok da butiklerle dolu. Buna ek birçok
süpermarket ve küçük bir de “Halk
Pazarı” var.
Alışveriş 20:00 gibi canlanıyor…
Yıllar önceki 25 Ocak 2005 tarihli
gazeteden bir haber başlığı:
“Marmaris’te
kitapçıdan eser yok. Butikler her yeri işgal etti.” Marmaris
Belediyesi’nin yaptığı bir işyeri taramasında hiç kitapçı olmadığı saptanmış.
Bar ve cafeler, konaklama tesislerinin ve
restoranların yoğunlukta olduğu ve toplam 3 bin işyeri bulunan
Marmaris’te bir tek kitapçının olmaması hayli ilginç değil mi?

Aynı yılın sonundaki başka bir
haber ise (8 Aralık 2005) vak’aya ışık tutar nitelikte: “Bu ormanı yok edip
golf sahası yapacaklar.”
Antalya Manavgat Sorgun çamlığına
golf tesisi yapılmak istenmesine karşın sivil toplum üyeleri
ormanın yok edilmemesi için karşı olduklarını ifade eden dosyayı
başbakanlığa göndermişler…
O günden bugüne yıllar geçti, durum ne
kadar değişti bilmiyorum. Geçen yaz Küçükkumla’da da daha ilk günlerde benzer
hayal kırıklığını yaşamıştım; Kumla’daki yazlığı bana satan emlakçı gence “Burada rahat kitap
okuyabileceğim bir mekan var mı?” diye sormuştum. Sadece B.Kumla’daki
küçücük bir parkı tarif edebilmişti. Oysa 1-2 kitabevi olmasına ve kitapçıya
ilgi de gösterilmesine rağmen parkta başta 1-2 bayan dışında hiç kitap
okuyana rastlamamıştım.
Gerçeğin nedenini ancak sezon sonunda
anlayabildim. Onu da anlatayım.
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu insanların birbirleri üzerinde
egemenlik kurmak için elde etmeye çalıştıkları sermayeyi ekonomik (maddi),
toplumsal (sosyal) ve kültürel (eğitim yoluyla kazanılmış) sermaye olmak
üzere üç türe ayırmıştı. Kültürel sermaye Bourdieu’ya göre kişinin entelektüel
birikimidir. Bourdieu bunların pratikte yansıyan toplamına ise “Simgesel Sermaye” demişti. Tanımladığı başka bir ünlü
kavramsa “Simgesel
Şiddet”ti.
Simgesel şiddet ise varolan düzenin (iktidarın) yeniden üretimi ve devamını
sağlamak için uygulanan fakat fiziksel şiddet içermeyen baskı biçimi...
Birçok kitap okudum geçen yaz o parkta
ve aynı banklar üzerinde. Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ını, Melih Cevdet Anday’ın “Aylaklar”ını, Demirtaş Ceyhun’un “Entelektüel’den
Entel’e”sini,
Jean Paul Sartre’ın, “Aydınlar
Üzerine”sini,
Yusuf Atılgan’ın “Aylak
Adam”ını…
“Herkes bir köşeye oturmuş.
Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Böyle kaç yer sayabilirsin bu şehirde.?”
(Oğuz Atay, Tutunamayanlar, 61.Baskı, s. 539)

“Mikro Faşizm” ya
da Mahalle Baskısı, dışlama, zorlama, yaptırım amaçlı toplum içinde kendinden
farklı kesimlere uygulanan baskı biçimlerini ifade ederler. Biz Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramını tartışmıştık
konuşmuştuk hep. 1981’de kullanılmış ilk kez mahalle baskısı kavramı “Türkiye’de Din ve
Laiklik” adlı bir makalede…
Oysa sıradan ya da mikro faşizm gerçeği de vardı…
Sıradan faşizmin tarifini de Tanıl Bora Birikim dergisinde
yapmış ilk defa.Bora
ise sıradan faşizm kavramı yerine kullanarak günlük ilişkilerde kendini dışa vuran baskı
şeklinin en tehlikelisi olduğunu belirtmişti. Bachmann
Sorunsalı'na (çekip gitme isteği) da adını veren şair yazar İngeborg Bacchman'
ın üzerinde bilhassa durduğu kavramlardan birisidir mikro faşizm:
“Faşizm, atılan ilk bombalarla
başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de
başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan
arasındaki ilişkide başlar... ve ben anlatmak istedim ki,
savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır...”
Daha önce de bir şeyler okumuştum hakkında Malina’nın… Sonra
geçen yaz bu parkta romanın tamamını okudum... Yazlıktaki banklar üzerinde ve
yanımda o parkın müdavimi olan sevimli bir kedinin eşliğinde. Sıradan faşizmi
de bu sözlerle anlatıyordu Bachmann...
Bunlardan bilhassa niye bahsettim.
Yukarıda anlatayım demiştim ya. Kumla’da gün içindeki programımın akışı pek
değişmezdi.
Sabah kahvaltısından sonra o gün okuyacağım kitabı çantama koyar evden
çıkardım. Son durağım B.Kumla Köyü. Genellikle önce köy kahvesinde anıt çınarın
yanındaki masalardan birisine oturur çay ve soda içerdim. Oradan da Ali Sevinç
Parkı’na geçerdim. Her gün öğleüstü sıcakları bastırana kadar bu böyle
sürer giderdi. Ta ki motosikletli birkaç gencin yanıma sokulup
motor gürültüsüyle beni taciz etmesine kadar. Bu tacizler neyse
ki sezon sonuna denk gelmiş oluyordu. İşte aynı parkta okuduğum Malina da
böyle… Buna denk gelmişti. Küçükkumla için adeta seferberlik ilan eden
belediyeler demek ki sıra Büyükkumla’ya gelince es geçmişti…
“Biraz deniz kenarı biriktirdim, biraz
sessizlik, rüzgara sözüm var.”
(İlhan Berk)

Çadırıyla gelen üniversiteli iki genci
de o zaman tanıdım. Şık bir minik çadırın parçalarıyla ufak bir tatil
kaçamağı yapmaya karar vermişler gibiydiler. İki arkadaş ya da iki kafadar.
İkisi de çekingendi. Baktım ki bu gençler zor durumda ben de hemen çemirledim
ve çadırı kurmalarına yardım ettim. Sonunda çıka çıka bir çenge ortaya çıktı.
Yani derme çatma bir çadır. Burak ile Şafak (ya da bana kendilerini öyle
tanıttılar) inanın belki de hayatlarındaki en güzel 2 günlük tatili yaptılar
orada. Ertesi gün parka geldiğimde denizde hem sohbet ediyor hem de
birbirleriyle şakalaşıyorlardı.
Gençlik
öyle bir yazdır ki
Ne yurt ne ev ne oda
Yalnızca gökyüzü
Yeter insana
(Haydar Ergülen)

Kumla’nın en güzel köşelerinden biri
Ali Sevinç Parkı’nda oturmuş etrafı seyrederken pikniğe gelmiş çocuklardan biri
eline konmuş bir böceği annesine gösteriyor; küçük çocuk avazı çıktığı
kadar “böcek
anne bak böcek” diye çığlık atarken benim
de o anda sevinçle “böcek böcek” diye bağırasım geliyor…doğayı ne kadar
seviyorum börtü böceğiyle… “Hiç
böcekten korkulur mu.?” diye bağırıyor yaşlı bir adam…
Çocuklar ve yaşlılar… Hele hele ki
çocuklar… Küçükkumla onlara çok daha güzel… Biri bana bir balkondan tükürüp içeri
kaçan afacan… Diğeri Annemle Küçükkumla’da dolaşırken belki de ikimizden
birinin kafatasını yarıp geçecek 1 kg lık bir dirhemi pencereden sokağa
fırlatan cinai bir vak’anın müsebbibi olacaktı yaramaz… Hepsi şaka gibi ama
gerçek. Geçen yaz Kumla’da yaşadıklarımız inanın aslında biraz facia, biraz
korku filmi gibiydi.
Bulut
mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.
(Nazım Hikmet)

Gemlik-Narlı arası halk otobüsleri gider gelirler.
Gemlik-Küçükkumla arası 8 km. dir Küçükkumla’dan ötesi Narlı arası da 8
km. Küçükkumla sahili topu topu 1-2 km. Geçen yaz ben de kafama estikçe
değişiklik olur diye hepi topu 3-4 kez en fazla 15 km sahilde gidip geldim.
2’si Küçükkumla’dan Narlı’ya yaya olarak.
Yöredeki ünlü dondurmacının Küçükkumla’dan sonraki bir şubesi de
Narlı’da. Burada görevli genç bunu öğrenince şaşırıyor. Çünkü yol yürüyüş için
müsait değil. Bana kalsa Gemlik-Armutlu arasını da yürürüm. Tam 35 km. Ne
var ki işte yol müsait değil. Küçükkumla ve Narlı sahilini boydan boya
kaldırımla kaplatan belediye Küçükkumla-Narlı arasındaki güzergaha bir
yaya yolu yapmayı akıl edememiş.!
Gemlik ve Trilye’nin zeytinleri, Karacaali’deki fıstık çamları
ve Narlı’ya adını veren Nar yemişi…
Narlı balıkçı barınağı ve deniz feneriyle de dikkat çeken bir
balıkçı köyü idi. Şimdi yenilenen o görkemli camii minaresiyle de dikkati
celbediyor, reklamı yapılan tesisle de. Peki bu şatafatlar niye? 9 Eylül 2011
tarihli Gemlik Körfez gazetesinde yayınlanan bir haberde yöredeki
gazetecilerden Kadri Güler açıklıyor:

“Bu tesisin bulunduğu koyda
özel yazlık konutlar var. İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş‘ın da burada
bir konutu var. Kadir Topbaş’ın orada olması, Oba Sitesi’nin bulunduğu
bölgeye hizmetin de gelmesine kolaylık sağlamış. Topbaş’ın Narlı Köyü’ne de
büyük yararları dokunmuş. Narlı Köyü’nün iskelesinin
yapılması, yeni çeşme, sahil yolunun asfaltlanması Topbaş’ın yüzü suyu
hürmetine yapıldığını sanıyorum.”
Tesis denilen Karacaali’deki izci kampının hemen yanındaki bir
koyun sosyal tesis adı altında otel yapılıp halka kapatılmasıydı. Yani Bursa
Büyükşehir Belediyesinin Narlı’daki tesislerinden bahsediyorum.
Günlüğü 80-100 liraya önceden rezerve edilen bir yerden sosyal
tesis diye söz etmek mümkün olabilir miydi.?
Son yılların en itici sloganlarından biri şu “Cazibe merkezi
olacak”
sloganı. Özellikle belediyeler çok sık kullanıyor bunu. Bırakın
o yer cazibe merkezi olmasın ve doğal kalsın. Sizin cazip dediğiniz şey belki
başka biri için öyle değildir; ya asfalt, ya cam, ya beton ya da
demirdir. Gemlik’e bağlı Karacaali’deki İzcilik Kampı da cafe, restoran
ve toplantı salonundan oluşan tatil köyüne dönüştürülüyormuş… Öte yandan
büyükşehir belediyesi Bursalıların doğal güzelliklerden, denizden
yararlanacağını iddia ederek 55 odalı 150 kişinin konaklayacağı “ayrıcalıklı” bir tatil köyü inşa ediyormuş.!
Gemlik ilçesi ile arasında sadece 8 km. lik kısa bir mesafe
olmasına rağmen Gemlik ile Kumla’nın ambiyansı çok farklıdır. Gemlik kendi sanayii için bir
banliyösü iken Kumla Marmara Bölgesi’nin bir sayfiyesi hatta Ankaralısı,
Eskişehirlisi için de bir tatil yeri sayılır.
Kıyılar apartmanlarla çepeçevre çevrilince Kumla’daki bu
yağmadan da kazançlı çıkanlar hanımağa dedikleri olmuş. Çünkü vakti
zamanında erkek kardeşlerine zeytinlikler verilirken kıyılar taşlık, kumlu ve
verimsiz diye çeyiz olarak kızlara taksim edilmiş.

Büyükkumla köyü ise deniz kıyısında olmasına rağmen denizle
neredeyse iç içe.
Ancak köyde günlük yaşam pek değişikliğe uğramamış. Birkaç (esnafa göre yaz 2)
aylık yazlıkçı uğrağında alışveriş canlanıyor, esnaf kazanıyor.
Köylüler de bu kalabalıktan incir, zeytin ve zeytinyağı gibi
yöresel ürünler satarak istifade ediyor. Balık satışını ufak kayıklarıyla
sahilin uygun yerlerine yanaşarak bizzat kendileri yapıyor.
( 3 )
Küçükkumla köyü 3
km içeride demiştik. Bütün yaz boyu adını duyduğumuz köylerle
balkonumuzdan seyrettiğimiz zirvelere doğru kısa bir tur düzenlemek istiyoruz.
İlk durağımız Küçükkumla köyü. Köylüler bizi iyi karşılıyor. Köy kahvesine
oturuyoruz. Çaylarımızı yudumlarken ilk dikkatimizi çeken görmeye asmalar
gibi alışık olmadığımız kivi ağacı. Meyveleri de gel beni ye dercesine
tepemizden başımıza sarkıyor.
Köyde geleneksel Türk tipi eski evler
ve oldukça gösterişli kubbeli eski bir hamam var. 
Bu yapı bana başka bir Rum köyü olan
Özlüce’deki kaderine terk edilmiş kilise’yi anımsatıyor. Bence bu tip yapılar
Vakıflar ya da devlet kurumları tarafından sadece onarılmalı tescil edilmeli ve
sonra da köylülere teslim edilmelidir. Bir kültür merkezi olarak
değerlendirilmesi gerektiğini söyledim.
Dernek, kooperatif, kahvehane, düğün salonu,
okul, derslik, her ne için bir şekilde böylesi tarihi yapılar kullanılmalı ve
yaşatılmalıydı.
Ben eski evlerin fotoğraflarını
çekerken Küçükkumla köyünde tanışıp konuştuğumuz bir köylü dertliydi: “Sahili çok
daralttılar” diyordu...
Tatil yörelerinde pek görmeye alışkın
olunmayan ancak Kumla’da sezon boyunca sürdürülen bu inşaat çalışmaları bir
şeye değdi mi peki? Sahildeki arazileri dönüm dönüm satmaktan öte. Kumsala
yayılan şezlong ve çadırları kiraya vermekten başka… Belediye başka ne
yapar.?
Plajı satmak veya kiralamak denizi
halktan soyutlamaktır.
Kumsala yıllar önce oturtulmuş apartmanların alt katlarını adeta dalgalar
yalıyor. Birinin bodrum penceresinden içeri göz attığınızda şaşıp kalırsınız.
Güneşlenmek için kullanılması gereken kumsal bu binaların bodrum katlarına
hapsedilmiş. Hem bu apartmanlarda yaşamak da büyük cesaret…
“Belli mi olur ne zaman
değişeceği denizin.”
(Semonides)

Köyden ayrılıyoruz. Zirveyi görebilmek için mümkün oldukça nasıl
ki dağdan uzaklaşmak gerekirse “Dağlara
çıkmayan uzakları göremez” diyor ya bir Çin atasözü tepelere doğru
uzanıyoruz. Tepelere uzanan dolambaçlı yol ise bitmek bilmiyor. Küçükkumla’dan
yamaçlara doğru çıkıldıkça soğuğa pek dayanıklı olmayan zeytin ağaçlarının da
seyrekleştiğini yerini makilere bıraktıklarını görüyorsunuz. Isı rakım
yükseldikçe nispeten düşüyor ve hava birden birkaç derece soğuyor tabi. Zirveye
ulaşıyoruz. İnsanlar buralara da el atmış birkaç tesis ve düzlük bir alanda
meşelik içinde de bir piknik yeri var.
Zirve seyir terası gibi. Aşağılara bakınca
yazlıkçıların da zeytin ağaçlarının yetişmesine uygun ılıman
bölgeleri ne kadar işgal ettiğini görüyorsunuz…

Eski filmlerdeki siyah beyaz fotoğraflardaki Gemlik’in ya da
ortaçağdaki adıyla Kios ya da eski adıyla Gemilik’in güzelliğinden eser
bırakılmamış. Gemlik’i güzelleştirmek adına betonlaştırmak “Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın
şaşırma” diyen Orhan Veli’ye nazire
yaparcasına beton görüntüsü çıkarı vermektir karşınıza… Homeros “sıvı altın” dermiş
ya zeytinyağına lime lime kesilmekte o altın damarlarımız… 1971 de çekilen “Ah Bir Zengin
Olsam” cıvıl cıvıl renkleriyle eski
evleriyle hayal perdesi gibi. 1962’de Gemlik’te de çekilmiş “Gurbet Yolcuları”nın manzarası eşliğindeki o dokunaklı “Göçmen Kızı” türküsünün
sözleri geliveriyor aklıma:
Ben bir göçmen kızı gördüm
Tuna boyunda
Elinde bir besli kuzu hem kucağında
Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır
Ne annem var ne babam kalmışım öksüz
Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni
Alayım da gizli yerde sarayım seni
Telgrafın tellerinden haber var mıdır
Ne haber var ne mektup kalmışım öksüz

Memduh Ün, “Sinemaların
üzerindeki büyük afişlere ‘fener’ denirdi eskiden” diyordu Pınar Tınaz Gürmen’e (Türk
Sinema ustalarından Sinema Dersleri, İnkılab Kitabevi, 2006). İşte ben bu
fenerlerden geçerken gördüm. Küçükkumla’da “Cinema
Venüs” adında
1 tane sinema var. Başka birine daha rastlamadım. Olmamasından iyi, küçük
ama şirin…
Günümüzde giderek tatil ve dinlenme gibi aktiviteler için
geliştirilen sunum (konsept) oteller, kruvaziyer gemiler, butik oteller, tatil
köyleri ve benzerleri tatil anlayışlarını farklı konumlara taşıdı. Tatil artık
deniz, güneş ve kumsaldan ibaret değil kimine göre. 3e dedikleri eğitim,
eğlence ve heyecan gibi işlevler de aranıyor. Hem konfor hem de hizmet bekleniyor.
Rant değeri yüksek (alışveriş ve ticaret merkezlerine, eğitim
kültür ve ulaşım olanakları gelişmiş bölgelere yakın) diye kullanım ömrü
dolmadan yıkılan binalar ülke ekonomisine de sosyal ve ekonomik maliyetler
yükler. “Demek
elli yılda bir evler, kuşaklar ve anılar değişiyor. Yaşamak böylece al baştan
mı ediyor? Hayır değişerek sürdürüyor kendisini.” diyordu Melih Cevdet Anday
(Aylaklar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1.Basım, s.
202).
Ne diyordu Yunan yazar Kozmas Politis, “Zaman,
eline geçen her şeyi mahveden gözü dönmüş insanoğlunun yanında çaylak kalır.”
(Yitik Kentin Kırk Yılı, Belge Uluslar arası Yayıncılık, 1994,
2.Baskı, s.41) 
Ne yazık ki Türkiye ile gelişmiş dünya ülkeleri arasında
kentleşme konusunda çok farklı bakış açısı bulunduğunu yazan iki köşe yazısı
okumuştum. İlkini Oktay Akbal Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde yazmıştır.
Akbal’a göre Avrupa’da tarihsel doku korunuyor, kentler ise dışarıya doğru
gelişiyordu. Ancak bizde tersineydi. Oray Eğin ise Akbal’dan yıllar sonra benzer
konuyu ele alıyor İsrail’le Türkiye arasında bir karşılaştırma yapıyordu.
Eğin’e göre İsrail’deki resmi binaların korunmuş eski yapılar olmasına
karşılık çalışanların temiz giyimli insanlar oldukları vurgulanıyordu. Ancak bu
da bizde tersineydi. Aslında her iki yazı tarihe ve insana verilen değer
üstüne dikkat çekmek için kaleme alınmıştır. Bu iki yazıyı anımsayınca, son
yıllarda yaşanan doğa katliamları ile ilgili haberleri okudukça insanın “inşaat
fakültelerini kapatın, yerine tarım, deniz, orman okulları açın” diyesi
geliyordu…
Geçtiğimiz günlerden birinde yıkılıp yeniden yapılmakta olan
Çevre ve Şehircilik Bursa İl Müdürlüğü’nün
inşaatının yanından geçiyordum.
Bir tarafta mesaisi biten işçiler toplanmış, mesaisini
tamamlamış Yapı İşleri Müdürlüğü bürokratları da yollara dökülmüşlerdi.
İster istemez gereksiz bulduğum yıkım ve mahalleyi duvar gibi kapatan
yeni inşaat üzerine serzenişte bulunuyorum. Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü
çalışanlardan biri konuşmamızı duymuş olacak ki bana bakıp gülümseyerek “Yenilemek iyidir” diyor. Yazık, kalan kısmını belki
bahçeli lojmanları da yıkacaklarını da öğrenmiş oldum ondan. Birilerinin kazanç
elde etmesi için iş çıkarıldığını söyleyince de “Maliyetler
bir türlü düşmedi.” diyordu… 
2016 yazında Kumla’dan Gemlik’e halk otobüsüyle dönüşüm
sırasında bir vatandaşın çevrecilerle ilgili bir veryansınına da tanık
olmuştum.
Çevrecileri devletin işine karışmakla itham ederek
yazlık konutlarda oturan vatandaşları kastederek şikayet etmeye
hakları olmadığını ima ediyordu. Haklı mıydı tabi ki hayır çünkü o sıra yörede
henüz maden faciasının acıları sürerken Soma Yırca’da temel geçim kaynağı
zeytinliklere kurulması planlanan bir tesis için 6 bin tane asırlık zeytin
ağacı bir gecede yerinden sökülüyordu…
Sadece Soma’da mı.? Bodrum’da, Manisa’da, İskenderun’da, daha
birçok yerde benzer şekilde zeytin ağacı katliamı sürüyordu…
Gemlik Körfezi boylu boyunca zeytinliklerle kaplı ve
yemyeşildi bir zamanlar. Tabi ki (Gemlik Sunğipek Fabrikası Asım Kocabıyık)
üniversite yerleşkesine dönüşen kısım hariç bırakılırsa Gemlik’ten Kumsaz’a
kadar olan bölge yıllar önceden fabrikalarla dolup taşmış sonra Serbest Ticaret
Bölgesi olmuştu. Rıhtımına yanaşmak için açıklarda bekleşen konteynırlar
ve diğer yük gemileri ise artık körfezin değişmeyen manzarasından bir parça.
Ne var ki denizin kuşları martılar, karabataklarla, tepelerde
tek tük kalmış zeytinliklerle de olsa bütün çirkin ve düzensiz yanlarına rağmen
körfez yine de doğaseverlere yazı iple çektiği güzellikleri sunmaya devam ediyor.
Siz bu satırları okuduğunuzda belki ben de balkonumdan zeytinlikleri sonra
sahile yürüyüp denizi seyre dalmış olacağım. Belki bu yıl, belki son
defa…

İnsan ayrılırken
fırlatmalı şapkasını denize,
içinde yaz boyu topladığı
deniz kabukları
ve gitmeli saçları uçuşarak rüzgârda,
kurduğu sofrayı sevgilisine,
devirmeli denize,
bardağında kalan şarabı dökmeli denize,
ekmeğini balıklara vermeli
ve denize bir damla kan katmalı,
bıçağını dalgalara saplamalı
ve salmalı sulara ayakkabılarını,
yürek, çapa ve haç
ve gitmeli saçları uçuşarak rüzgârda!
Döner gelir sonra.
Ne zaman.? Sorma.
(Ingeborg
Bachmann)

Tamer Uysal, İstanbul
Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Mayıs.2017 – okkesb61@gmail.com,
http://www.medyagunebakis.com/
–– okkesb@turkfreezone.com,
https://twitter.com/okkesb ––––––– E.mail: okkesb@telmar.net,
https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi,-
okkesb@gmail.com,
Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Mayıs.2017 – okkesb61@gmail.com,
|