DEVRİMCİ SINIF
SİYASETİ & PROLETARYA 
“Açılım Bitti…” “90’lı Yıllara Geri
Dönüyoruz…” “Olağanüstü Hal İlan Edilsin…”
“Öcalan’ın Dışarıyla Görüşmeleri Kısıtlansın…” “Öcalan’ı
Asmaya Varız…” Geçen yılın Ekim ayında PKK Barış Grubu üyeleri Mahmur
kampından gelerek Habur sınır kapısından içeri girdiğinde “Kürt Açılımı” na dair dört bir yanı kaplayan
liberal umut değerlendirmelerinin yerini, kan kokulu salvolar aldı.
2009 Ağustos’unda Polis Akademisi’ndeki “Kürt Meselesinin Çözümü: Türkiye Modeline Doğru”
çalıştayıyla başlatılan ve emekli askerler, ordu ve yargı içerisinde yürütülen
Ergenekon operasyonlarıyla eşzamanlı tarzda hız verilen “Kürt Açılımı” nın yarattığı hava, KESK yöneticileri ve Kürt
belediye başkanlarına dönük KCK operasyonlarıyla tırmanan tarzda yerini sert
rüzgârlara bıraktı. 
KCK operasyonlarıyla aralarında belediye
başkanlarının da bulunduğu bin 500 Kürt siyasetçinin, BDP ve KESK üyelerinin
tutuklanması, 300 Kürt çocuğun gösterilerde taş attıkları gerekçesiyle
cezaevinde tutulması, DTP’nin kapatılması, askeri operasyonlardaki artış, Güney
Kürdistan sınırına tecavüz ve sınır ötesi bombardımanlar, en sonu Barış Grubu
üyelerinin tutuklanması. yaygın ifadesiyle “Açılım bitti” vargılarının nedeni
oldu.
Girilen evrede, kirli savaşın bildik pek çok askeri
ve propagandif malzemesi seferber ediliyor. Kuzey ve havadan da Güney
Kürdistan’da askeri operasyonlar, Kürt illerinde, Türk metropollerinde polis
operasyonları, en son Hatay’da olduğu gibi “Terörist
Sandık” bahanesiyle köylülerin katledilmesi, Muğla’da Şerzan Kurt’un
katli, Türk yoğunluklu il ve ilçelerde Kürt öğrencilere, esnafa yönelik
saldırılar, mevsimlik işçilerin, emekçilerin hedef alınması, asker
cenazelerinin şoven gösterilerle toprağa verilerek ardı sıra BDP binalarına
saldırılması…
Fonda ise Kürt düşmanlığı, işçi ve emekçileri
çürütücü bir şovenizm, PKK’nin İsrail’in Mavi Marmara gemisine operasyonuyla
aynı gün İskenderun’da gerçekleştirdiği eylem bahane edilerek atılan “İsrail’in
taşeronu” sis bombası…
Bu ne versen gider pis propaganda ortamı, midesindeki
çöpleri kusmak için yer arayanları da harekete geçiriyor. 
Belediye-İş Genel Başkanı ve Türk-İş
Genel “Eğitim” Sekreteri Nihat Yurdakul, “DİSK ve Genel-İş’i PKK idare ediyor”
buyurdu.
Belediye işçilerinin mücadelesini yıllardır
baltalayan sendikal rekabet ve PKK üzerinden Kürt düşmanı şovenizm kırması bu
sözleri sarfeden Yurdakul’un yakasına ne yazık ki Belediye-İş üyesi işçiler -sözgelimi
direnişteki Esenyurt Belediyesi işçileri- tarafından yapışılmadı. Yurdakul,
Süleyman Çelebi’nin isteğiyle Mustafa Kumlu tarafından “Aile
Arasında” eleştirildi ve sözlerinin Türk-İş’i bağlamadığı açıklandı.
Kürt halkına kelimenin gerçek anlamıyla bir diğer belaltı saldırı ise AKP’li
Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı’dan geldi. Bakırcı, Kürt sorununun “Hasımlık Değil Hısımlık” formülüyle çözüleceğini
söyledi ve Karadenizli erkekleri Kürt kadınlarını kuma olarak almaya çağırdı.!
Üçüncü çöp örneğini de TKP’den verelim: Türküyle Kürdüyle işçi sınıfına “emperyalizme karşı
yurtseverlik” misyonunu yapıştırmaya çalışan TKP, çatışmaların artmasıyla
birlikte “İç Savaş” tespitini tekrar -en
azından bir iç tutarlılık!- piyasaya sürdü : “Kuzey Irak’taki yönetimin soluk
borusunu İsrail açar ve bunun için Türkiye’ye “Trakeostomi”
gerçekleştirilir. Bölge uzun süre daha kaos içinde yaşar, ama sonuçta
emperyalizmin eline güvenilir protektoralar (uluslararası hukukta daha güçlü
bir devlet tarafından üçüncü taraflara karşı diplomatik veya askeri olarak
korunan ve bunun karşılığında belirli yükümlülükleri kabul eden otonom bölge
-DP) geçer.” TKP, “İşçi Sınıfı Hareketinin
Milliyetçi Ve Dinci Sendikaların Eline Bırakılması”nı, KESK’in “Neredeyse Tamamen Kürt Kimliği Kazan” ması ile
açıkladı ve “KESK Ağırlıklı Olarak Bu Nedenle
Bit(İril)Miştir” hükmünü verdi.! 
“ÇANAKKALE
GEÇİLMEZ.!”
KCK’nın 1 Haziran itibariyle “Demokratik
Özerklik” hedefiyle tek taraflı ateşkese son verdiğini ve “Aktif Savunma”ya geçtiğini açıklaması ve ardısıra
gerçekleştirdiği eylemler, burjuvazi ve devletten ardı ardına gürlemelerle
karşılandı. İlk konuşan, İlker Başbuğ oldu. Başbuğ, Gediktepe Sınır
Karakolu’nda Tayyip Erdoğan’la birlikte yıkık bir fotoğraf çektirdikten sonra
Çanakkale’de düzenlenen İpek Yolu- 2010 General/Amiral Semineri’nde bir “Çanakkale Geçilmez” konuşması yaptı.!
Burjuva düzen partileri, PKK nezdinde Kürt halkına
bataryaları ateşlediler; Bahçeli faşisti, işkembeden, “Olağanüstü
Hal İlanı” çağrısı yaptı -Kürt halkına karşı şiddet artmasına rağmen,
güç değil tam bir acz göstergesi olacak olan “olağanüstü hal” ilanını İlker
Başbuğ “Gerek Yok” diye yanıtladı.
Düzen partileri, anayasa değişikliği gündemli
olmaktan zaten çıkıp seçim öncesi seçim özelliği kazanmış olan referandum
öncesinde, PKK eylemleri ve cenazeler üzerinden bir yandan da birbirini
gagalamakla kalmadılar. Aynı zamanda “Genelkurmay’dan
Tatmin Edici Bir Açıklama Bekliyorum” diyen Mehmet Ali Şahin gibi,
general çocuklarının hangi ballı yerlerde askerlik yaptığının listesini yayınlayan
Zaman gazetesi gibi, Genelkurmay’a gol denemelerinde bulunmayı da ihmal
etmediler. Otobüs terminallerindeki şoven asker uğurlama gösterileriyle haksız,
kirli bir savaşa gönderilen genç işçi ve köylülerin cenazeleri, sahil
kentlerinde askerlik yapmayı “Ayarlayamamış”
yoksul emekçi ana babaların ağıtları, faşistlerin şoven uluma efektleri için
malzeme ve meze olarak kullanılmaya koyuldu. 
TÜSİAD:
BURADA SORULARI BİZ SORARIZ.!
Gürleyen gürleyene.! Ancak en yüksek perde,
istisnasız herkese ayar çeken TÜSİAD’dan geldi.
Ümit Boyner, TURKONFED’in (Türk Girişim ve İş Dünyası
Konfederasyonu) Trabzon’da düzenlediği “Bölgesel
Kalkınma ve İş Dünyasının Rolü” toplantısında; “Zaten sorunun
artacağının önceden bilinmesinden, demokratikleşmeyi istemeyen gizli güçlerin
varlığından,
iç ve dış dengede hükümetin ayar problemlerinden,
hiçbir fikrimiz olamayan istihbarat zafiyetinden,
Silahlı kuvvetlerin terörle mücadeledeki
deneyiminden,
Pennsylvania’dan terörle mücadele yorumu
bekleyenlerden, sürekli İmralı referansı vermekten kendini kurtaramayan
partiden,
Henüz adımları somutlaşmadan yok olmaya yüz tutmuş
açılımlardan da sadece bahsedemeyeceğim.
Demokratik bir refah toplumu olmamızın önünde kimler
duruyorsa onlarla mücadele etmek şarttır. Türkiye’de yaşayan, bu ülke için
üreten, yatırım yapan, istihdam yaratan, daha müreffeh ve yüksek standartlı bir
demokrasi arayışı olan biz iş dünyası temsilcileri, tüm vatandaşlarımız gibi
gündeminin birinci maddesi terör olan bir ülkede değil, terörün gündem dışı
olduğu bir ülkede yaşamak istiyoruz ve huzur arıyoruz. İş dünyası olarak
yukarıda yalın olarak talep ettiğimiz girişime her türlü katkıyı geçmişte
olduğu gibi bugün de vermeye hazır olduğumuzu, ancak sürecin çok yakın
takipçisi olacağımızı da belirtmek isterim” dedi.
Vites atan TÜSİAD’ın Mustafa Koç yönetimindeki Yüksek
İstişare Kurulu toplantısından Feniş Holding Yönetim Kurulu Başkanı, eski DYP
milletvekili Sedat Aloğlu’nun “çözüm aşamasında
İmralı’nın görüşmelere katılması, İmralı’yı da kapsayan af, Anayasaya ‘Bu
ülkeyi Türkler ve Kürtler kurdu’ maddesinin
eklenmesi. Ve bölgesel özerkliğin tanınması konularının konuşulması” sözlerinin
sızdırılması, Boyner’in Mahmur’dan gelen PKK Barış Grubu üyelerinin
tutuklanmasına ilişkin sözleri, “Açılım” daki
sıkışmaları olduğu kadar bağımlı tekelci burjuvazinin bölge gücü
politikalarının neyi işaret ettiğinin de vurgulanmasını ve ona göre vaziyet
alınmasını öne çıkardı. Özcesi, TÜSİAD, “O kadar.!” Dedi.! 
İşçi
Sınıfı Şovenizm Urunu Kökten Temizlemeli
Televizyon kanallarında Yiğit Bulut gibi yuppi
faşistlerin bile ardarda kayıpların şokuyla Genelkurmay’ı sorgulamaya
soyunduğu, “İstihbarat Zafiyeti” nden “Politika Zafiyeti” sonuçlarına sıçranan bir
kesitte, “Çanakkale geçilmez”le eşzamanlı tarzda “Kürt açılımı” nın en kaçınılan
unsurlarının dillendirilmesinin; TÜSİAD’ın proaktiviteye geçmesinin, ya da
Fethullah Gülen’in “ilk özel Kürtçe televizyon” gibi hamlelerinin anlamı
açıktır. Neoliberal burjuva demokrasisinin biçimlenişi ve yakın vadedeki
anayasa referandumu ile, daha uzun erimde ise burjuvazinin stratejik hedefleri
ile bağlantılı tarzda bu gündem, Kürt sorununun kapsamını aşmakta, onun da
içerisinde bulunduğu daha büyük resmi görmeyi koşullamaktadır.
Bu noktada ilk işaret edilmesi gereken ise, işçi
sınıfının Kürt halkına yönelik saldırı ve cellâtlığa karşı devrimci savaşım
zorunluluğudur.
Öncü işçiler, her ileri çıkışlarında sendika
ağalarını nasıl ele gelen bir ur gibi kavramaya başlıyor ve onu vücutlarından
atmak zorunda hissediyorlarsa, aynısını şovenizme karşı da gündemlerinde
tutmalıdırlar.
İşçi sınıfının sendika ağalarını alaşağı etmeye ve
şovenizm zehrini yok etmeye yönelik her adımı, sınıf eyleminin kendisi, Tekel
direnişinde olduğu gibi, burjuvaziyi kâbusu olacaktır. “Başka
Bir Ulusu Ezen Bir Ulus Özgür Olamaz.” Şovenizm zehrine karşı kayıtsız,
işyerinde, evinde, kahvelerde, semtinde şovenizmin en küçük belirtisinin
karşısına militan sınıf tavrı ile dikilmeyen, zihninden prangalı işçiler, hiç
olamaz.!
Türküyle Kürdüyle işçi sınıfının Kürt emekçilerin
önemli bir yer tuttuğu kent yoksulları üzerindeki hegemonyasında en önemli
unsurlarından biri, Kürt halkına kalkan elleri yakalayıp kırmak, Kürt halkının
seçilmiş temsilcilerine, siyasetçilerine, tutsaklarına yönelik saldırıların
karşısına gövdesiyle dikilmek olacaktır.
Aksi takdirde, yalnızca işçi sınıfı öncü misyonunu
yerine getirememek, emekçilerin güven ve sevgisine dayalı siyasal-manevi
otoritesini sağlayamamakla kalmayacaktır. Aynı zamanda Kürt emekçiler, “Dost” diye karşılarında bağımlı burjuvazinin
mikrofonu kuzu postundaki iki ulustan liberalleri bulacaklardır. 
İşçi
Sınıfı, Neoliberal Burjuva Demokrasisi Ve “Demokratik Özerklik”
Şovenizm ve milliyetçiliğe karşı Kürt ulusunun
isterse ayrılıp kendi devletini kurmak da dahil kayıtsız şartsız kendi kaderini
tayin hakkını savunmak, Kürt halkına yöneltilen saldırganlığı geri püskürtmek,
Kürt sorunundaki asgari demokratik tutumu oluşturur; güncel politikada ondan
bir adım bile geri atılamaz. Ne var ki, işçi sınıfının ulusal soruna ilişkin
konumunu salt bu hedef ve taleplerle sınırlamak, devrimci demokrasiciliğin
sınırlarına hapsolmak, sosyalist devrimci görüş açısından dünyanın her yerinde
olduğu gibi Türkiye ve Kürdistan’da da temel çelişkinin burjuvazi-proletarya
çelişkisi olduğunu göz ardı etmek olur. Türkiye ve Kürdistan’daki liberal
tasfiyeciliğin üzerini tümüyle örttüğü, en fazla yoksulluk parantezine aldığı,
küçük burjuva devrimci demokrasinin ise “Çelişkilerden
Bir Çelişki” olarak silikleştirdiği burjuvazi-proletarya çelişkisi, ulusal
sorunun bugünkü kapsamında da temel ve asli çelişkidir. Ve Kürt öncü işçiler,
on yıllardır geri planda tutulan, Kürdistan’da kapitalizmin egemenliği ile
birlikte çok daha derinleşen sınıf çelişkisini bütün göz kararmalarına karşı ön
planda tutmak ve yalnız ulusal taleplerin değil, asıl olarak sınıfa karşı sınıf
kavgasının önünde yürümekle yükümlüdürler.
Bu, aynı zamanda ulusal taleplerin her koşulda
reformizmi derinleştiren taktiklerle, “Bir İleri
Bir Geri” tarzda, gitgide bulandırılarak değil, köktenci bir içerikle
savunulmasının da temel koşuludur. 
“Kürt Sorununun Çözümü” için yapılan çağrı ve önerileri de sınıfa karşı
sınıf görüş açısından ele almalıyız. Çatışmaların başlaması, ilk elde barış
çağrılarını tetikledi. Devrimci demokrat güçler kirli savaşa, operasyonlara son
vermesine, Kürt halkını inkâr ve imha politikasından vazgeçilmesine vurgu
yaparken, Kürdistan’da “sivil toplum örgütleri” şemsiyesi altında -içinde
bölgenin SİAD’larının da bulunduğu- “Silahlar Sussun”
gösterileri düzenlendi. 
Ancak “çözüm” odaklı olarak en fazla tartışılan,
KCK’nın ateşkese son verirken hedef olarak açıkladığı ve fiilen uygulamaya
sokacağını bildirdiği “demokratik özerklik”tir -KCK, bununla bağlantılı tarzda
anayasada da Kürtleri ulus düzleminde kapsayan değişiklikler talep ediyor.
KCK ve BDP, “Demokratik
Özerkliğin”, çıkışını AB’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndan
aldığını açıkladılar. BDP’li belediye başkanları ve İl Genel Meclisi üyeleri,
Diyarbakır’da yaptıkları toplantıda, BDP’li belediye başkanları ve İl Genel
Meclisi üyeleri “Demokratik Özerklik Projesi” ile yerel yönetimlerin eğitim,
güvenlik, dış ilişkiler konuları dışında merkezi otoriteden bağımsız olması
yönünde karar aldılar.
BDP’li Gültan Kışanak da, “Demokratik
Özerklik” konusunda halihazırda Türkiye’de AB uyumlu tarzda kurulu
bulunan 26 bölgeye atıfta bulundu. Kışanak, son TBMM grubu konuşmasında “Buralarda demokrasinin de yerleşmesini istiyoruz. Bu 26
bölgede, bölge meclislerinin kurularak, halk meclisleriyle gerçek bir
demokratikleşme süreci içerisinde bu ülkeyi demokrasiye kavuşturmalarını
istiyoruz. Türkiye’nin geleceğinin bu projede olduğuna da inanıyoruz”
dedi. Nitekim, devletin KCK’ya yönelik operasyonları da ağırlıklı olarak Kürt
belediye başkanlarını hedef almıştı. Önceki KCK operasyonunun iddianamesinde
yer verilen teknik takip ve ortam dinlemelerin belediyelerin ve Yerel Yönetim
Akademisi’nin faaliyetlerine, iç işleyişlerine, KCK ile ilişkilerine dönük
olduğu, hedefe KCK’nın politik program ve hedeflerinin çakıldığı görülüyor. 
“Demokratik Özerklik”, KCK tarafından “yönetimin halka devri”, “devletsiz
demokrasi modeli” “kullanım değerine dayalı üretim” olarak tanımlanıyor:
“Demokratik
ulusun, ekonomi politikası merkezi devlet sisteminin bir gereği olarak merkezi
sermaye üretimi olmaktan sıyrılınca, demokratik çeşitlilik ve zenginliğe dayalı
üretim biçimlerine geçer. Kar,
kar üretimi sınırlandırılır. Kullanım değeri ve paylaşım adaletine dayalı
üretim öne çıkartılır. Kooperatifleşme, atölyeleşme, tarımın yeniden
canlandırılması, döner sermayeye dayalı işletmecilik, kar üretimine değil,
ihtiyaç giderimine dayalı ticaret önem kazanır. Komün ve meclislerin öz
yönetimi altında oluşan yerleşim yerlerinin kendi yerleşimlerinin mülkiyeti,
üretimi ve paylaşımı üzerinde söz sahibi olması hakkı tanınır. Politik ekonomi, toplumsal ekonomiye dönüştürülür. Bu
konuda da devletin ekonomik gücü, yerel halk tabanına kaydırılarak
verimlileştirilmeye çalışılır.”
Devrimci işçi sınıfı, bir yandan Kürt halkının
seçilmiş temsilcilerine karşı saldırıların karşısına dikilir ve iradesinin
çiğnenmesine izin vermez. Aynı zamanda ise o, ulusal sorunun çözümü ve ateşkese
son verilmesinin gerekçesi olarak tanımlanan “Demokratik
Özerkliğin” Kürt işçi ve emekçileri özlem ve çıkarlarına uygun düşüp
düşmediğini, sınıfsal-siyasal anlamını da ortaya koymakla yükümlüdür. Bu
durumda, AB’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndan çıkışını alan bir projenin
nasıl olup da ulusal sorunun çözümü olabileceğinin yanı sıra, “Yönetimin Halka Devri”, “Devletsiz
Demokrasi Modeli”, “Kullanım Değerine Dayalı
Üretim” gibi kavramların neye isabet ettiği de açıklanmak zorundadır. 
AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve Kürt
siyasetçilerin birçok kez vurgu yaptığı “26 Bölge”
ile kastedilen “Bölge Kalkınma Ajansları”,
emperyalist kapitalizmin son on yıllarda sermaye egemenliğini derinleştirme ve
artı değer sömürüsünü azamileştirme hedefiyle devreye soktuğu, siyasal planda
neoliberal burjuva demokrasisinin temelini oluşturan etkin yönetişim araç ve
biçimleridir.
1985 tarihli AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın
çıkış ilkeleri “Yerel makamların her türlü
demokratik rejimin temellerinden birisi olduğunu düşünerek, vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma
hakkının Avrupa Konseyine üye Devletlerin tümünün paylaştığı demokratik
ilkelerden biri olduğunu düşünerek, bu hakkın en doğrudan kullanım
alanının yerel düzeyde olduğuna kani olarak, gerçek yetkilerle donatılmış yerel
makamların varlığının hem etkili hem de vatandaşlara yakın bir yönetimi
sağlayacağına kani olarak, değişik Avrupa ülkelerinde özerk yerel yönetimlerin
korunması ve güçlendirilmesinin demokratik ilkelere ve idarede ademi
merkeziyetçiliğe dayanan bir Avrupa oluşturulmasında önemli bir katkı
sağlayacağını düşünerek, bunun demokratik bir şekilde oluşan karar organlarına
ve sorumlulukları bakımından, bu sorumlulukların
kullanılmasındaki olanak ve yöntemler bakımından ve bu sorumlulukların
karşılanması için gerekli kaynaklar bakımından geniş bir özerkliğe sahip yerel
makamların varlığını gerektirdiğini teyid ederek…” şeklinde ifade
ediliyor. “Yerel Özerklik”, “yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar
çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında
ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı” olarak
tanımlanıyor. 
Belgede, merkezi devlet otoritesi ile yerel
yönetimler arasındaki ilişkilerin anayasal-hukuki temeli, yerel yönetimin yetki
ve sorumluluklarının kapsamı, bu yetkileri uygulayabilmeleri için gerekli
yönetsel örgütlenme ve kaynaklar, mali kaynaklar, merkezi otorite tarafından
yönetsel denetimleri, birlik kurma ve birliklere katılma hakları belirtiliyor.
“Yerel Özerklik” modelinin kavram çifti olarak kullanılan Bölgesel
Kalkınma Ajansları’nın kuruluş amacı ise, “kamu
kesimi, özel kesim ve sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliğini
geliştirmek; kaynakların yerinde ve etkin kullanımını sağlamak ve yerel
potansiyeli harekete geçirmek suretiyle, ulusal kalkınma plan ve programlarla
uyumlu olarak bölgesel gelişmeyi hızlandırmak; sürdürülebilirliği
sağlamak ve bölgeler arası ve bölge içi gelişmişlik farklarını azaltmak”
olarak tanımlanıyor. Burada anahtar kavramlar, işçi sınıfının hiç de yabancısı
olmayan, yetki devri, yönetişim, performansa dayalı çalışma, hesap verme
sorumluluğu, şeffalık ve sonuç odaklılık gibi neoliberal kapitalizmin
hitleridir.
Devrimci işçi sınıfı, üzerine ancak başta artıdeğer
sömürüsü olmak üzere insanın insan tarafından sömürüsüne son verilmekle
kalmayıp her türden yabancılaşma ve meta fetişizminin ortadan kaldırıldığı,
sınıfların ve devletin olmadığı komünist toplumda gerçekleştirilebilecek “Kullanım Değerine Dayalı Üretim” gibi liberal
anarşist sosların beceriksizce döküldüğü bu projenin neoliberal kapitalizmin,
sermaye egemenliğinin ve burjuva demokrasisinin yerel ölçekte derinleştirilmesi
anlamına geldiğini teşhis etmekte hiç de zorluk çekmeyecektir. “Demokratik Özerklik” hedefinde anılan “Demokratik Ulus”, her ulusun iki ulus olduğu
gerçeğini gizleyemez.
Kürt toplumu, Kürt burjuvazisi-işçi sınıfı-yoksul kır
ve kent emekçileri olarak birbirinden ayrılmış, yarılmıştır. Yönetimin
kendilerine devredileceği söylenen “Özgür
Yurttaşlar”, Kürdistan’ın yeni sömürgenlerinin egemenliği altında çıplak
ucuz işgücü haline gelen Kürt işçi ve emekçilerinden başkası değildir. Buradan
bir “Özgürlük” çıkacaksa bu, Kürt işçi ve
emekçilerin kendi burjuvaları tarafından “Demokratik”
sömürülme özgürlüğü çıkacaktır. 
Ekonomi ile siyasetin eşitsiz gelişimi, birbirinin
düz uzantısı olarak şekillenmemesi, Türk devletinin AB Yerel Yönetimler
Şartı’nda merkezi otoritesine halel getireceğini düşündüğü maddelere çekince
koymasının gerekçesidir. “Anayasal Vatandaşlık”
hukuku, anayasal-hukuksal düzlemde “Türkler Ve Kürtlerden
Oluşan Bir Toplum” tarifi, yönetişim sürecinin bu en temel
siyasal-hukuksal dayanaklarından biri, devletin geleneksel kodları, çivileri
ile oynamakta; kendisinin de sermaye hareketleri düzenlediği -en son Güney
Kürdistan’a bir “İşadamları” seferi yapıldı-
Güney’le olan ilişkileri dahil Kürt burjuvazisinin siyasal hareket alanınını
daraltmaya çalışmaktadır. “Çanakkale Geçilmez”lerin,
“Çakıl Taşı” edebiyatının altında yatan
gerçek budur. Ancak bütün o gürlemeler, faşist rejimin çözülüşü ve neoliberal
burjuva demokrasisi altında devletin “Sermayenin Götürdüğü
Yere Git” kuralı tarafından biçimlenişini gündemden kaldırmayacaktır
-bunu engelleyebilecek, Kürt ve Türk ulusu arasında gerçek eşit, demokratik
ilişkileri kurabilecek biricik güç, devrimci işçi sınıfının mücadelesidir.
KCK’nın ateşkese son verirken açıkladığı “Demokratik Özerkliği” fiilileştirme hedefi, her
burjuva ulusal programın temelini oluşturan sermayeleşme, kendi pazarına hakim
olma ve oradaki ekonomik-siyasal-toplumsal hareket imkanlarını artırmakla
ilgilidir. 
Bunlar içerisinde halihazırdaki en etkin araç olan
Kürt belediyelerine -Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği şemsiyesi
altındadırlar- devlet tarafından yapılan baskı ve operasyonlar, BDP’nin
parlamentoda daha güçlü bir sistem içi muhalefet partisi olarak hareket
etmesini engelleyen antidemokratik seçim barajı, PKK’li tutsakların, “Taş Atan Çocuklar”ın cezaevlerinde tutulmaya
devam etmesi, anayasada Kürt ulusunun varlığının anılmaması, anayasa
referandumu ve seçimler öncesinde KCK’nın eylemlerini yükseltme taktiğinin
gerekçesi olarak anılmaktadır.
KCK, eylemleriyle Türk devletini Kürdistan’ın sınırlarının
başladığı yerde Kürt burjuvazisinin muhatap alınmaya zorlamaktadır. “Açılım Bitti” ile başlayan cümleler, Kürt halkına
yönelik baskı ve saldırılar karşısında demokratik bir ajitasyonel tonlama
taşırken, aynı zamanda ise çatışmanın temel gündem ve itkilerini görmezlikten
gelen, konjonktür bağımlısı bir görüş açısına denk düşmektedir.
Burada, sermaye egemenliğinin, artı değer sömürüsünün
şiddetlendirilmesinin neoliberal gereklerini ve yarattığı asıl tehlike ve
devrimci olanakları -devrimci sınıf siyasetinin maddi zemininin güçlenmesi ve
çıplaklaşması- göz ardı eden, burjuva politikasını kendinden menkul, salt
faşist zorbalığa dayalı ve değişmezlikle malul olarak ele alan, dahası burjuva
demokrasisini idealleştiren küçük burjuvaziyi teşhis etmek zor olmamalıdır. “Demokratik Özerklik”, tam da bu kafayı ezel ebed
avlamış siyasal argümanlarla yüklüdür.
Tekrarlarsak, bu savaşımın demokratik talepleri işçi
sınıfının bağımsız sınıf siyasetinin de konusunu oluştururken, aynı bağımsız
sınıf duruşu, baskılara karşı olmak adına Kürt burjuvazisinin neoliberal
kapitalizmin ekonomik-siyasal-toplumsal egemenliğini pekiştirmeye yönelik
politikaları ile aynı yerde durmamayı, bunların kuyruğunda sürüklenmemeyi
gerektirmektedir. 
Devrimci işçi sınıfının Kürdüyle Türküyle çıkarları
burjuvazininki ile taban tabana zıttır. Bir kez daha: Her ulus, iki ulustur.!
Devrimci sınıf siyaseti, proletarya içinde maddi güçlerini yaratarak kendi
yolunda ilerlemelidir.
@ Medya Günebakış
Ökkeş
Bölükbaşı, İstanbul – Nisan.2017 – okkesb61@gmail.com,
http://www.medyagunebakis.com/ -
okkesb@turkfreezone.com,
https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi,- okkesb@gmail.com,
Ökkeş
Bölükbaşı, İstanbul – Nisan.2017 – okkesb61@gmail.com,
|