MEHMET BAŞARAN & KÖY ENSTİTÜLERİ

Mehmet Başaran’la Köy Enstitülerini ve Enstitüsüz Geçen Seksen Yılı Konuştuk …

Paylas:
  • Facebook'da Paylaş
  • Twitter'da Paylaş

MEHMET BAŞARAN

& KÖY ENSTİTÜLERİ


Mehmet Başaran’la Köy Enstitülerini ve Enstitüsüz Geçen Seksen Yılı Konuştuk …

Mehmet Başaran, seksen yıllık bir çınar, edebiyat aşığı edebiyatçı, şair, yazar usta bir kalem.Trakya Köy Öğretmen Okulu ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü çıkışlı bir aydınlatmacı. Sürgünler, haksızlıklar onu yıldıramamış.

Çocuklara yazdığı masal kitapları, büyüklere romanlar hikayeler ve şiirler armağan etmiş bir büyük usta. Eğitimciliği Köy Enstitüleri’nin ışığı gibi halen sürmekte. Yazıyor ve çağırıldığı her yerde konuşmaları ile aydınlanmamıza katkıda bulunmayı sürdürüyor.

- Sayın Mehmet Başaran, Bize Doğduğunuz Yöreyi, Ailenizi Ve Çocukluğunuzu Anlatır Mısınız?

 -Lüleburgaz’ın Ceylan Köyü’ndenim, kökümüz Rumeli’ye dayanıyor. Ceylan Köy, söylencesi bile olan bir köy.. Vaktiyle avcı padişahlardan biri, Trakya o zamanlar ormanmış, ormana avlanmaya çıktığında bir düğün alayına rastlamış. “Şu gidenleri bir durdurun da, gelini bir görmek istiyorum” demiş. Durdurmuşlar.. Gelmiş, perdeyi açmış, gelini görmüş, “Ceylan gibi bir gelin” demiş. “Bu geline, yüzgörümlüğü olarak, bu geçtiği yerleri bağışlıyorum” demiş. İşte o ceylan gibi gelin yüzünden o köyün adı Ceylan köyü olmuş..

- Güzel Bir Söylenceymiş. Kaç Kardeşsiniz?

- Biz beş kardeşiz, çok yoksulduk. Yani, benim çocukluğumda katıksız buğday ekmeği yiyebilen aile çok azdı, başka bir şeyle karıştırılırdı.. Hele et görmek, şeker görmek, bayramdan bayrama olurdu ancak. Ve köyümde sadece üç sınıflı bir okul vardı ve ben bu okulda oldukça başarılıymışım, öğretmen bana 10 sayfalık bir nutuk hazırlamış, Cumhuriyet Bayramı için, ezberlemiştim, bayram töreninde okudum..

Bütün köylü başlamış babama “Süleyman Aga, okut bu çocuğu, hamallık yap okut” diye.. “Hani nerde” demiş, “Çevrede, okul var mı?”. Üç sınıf bitti, bittikten sonra nereye gidecek?” Beş sınıflı okul yok çevrede, kıvranıp duruyor. Uzak bir dayım varmış, Uzunköprü’de… Bir yaz bize misafir olarak gelmişler. Bunu fırsat bilmiş babam, dayıma yalvarmış yakarmış, “Bu çocuğu al yanına, ben de azıcık desteklerim” falan..

- Sonra Nasıl Sürdürdürebildiniz Eğitiminizi.?

- Dört ile beşi Uzunköprü, Gazi Mahmut okulunda okumaya başladım. Ama bir köy çocuğunun, kasaba çocukları arasına girmesi, okumaya başlaması çok zor bir olay, dilim, davranışlarım onlara uymuyor…Dördüncü sınıfta öğretmen geldi, “Ördek yavrusunu nasıl kurtardı” diye dergiden bir şey, bir öykücük okudu, tam bir yerine getirdi, kesti.. “Bunun sonrasını siz tamamlayacaksınız” dedi. Çok güzel bir yöntemdir bu, yaratıcılığı kışkırtıcı… Oturdum ben, kendimce bir şeyler kurguladım,  başına da ‘Bayım’ yazdım. Ertesi derse geldi bayan öğretmen, “Şimdi beğendiğim yazılardan okuyacağım size”.. “Bayım, ördek yavrusunu nasıl kurtardı” diye okumaya başladı, bütün sınıf kahkahalarla gülmeye başladı. “Gülmeyin” dedi, “Bu arkadaşınız köyden geldi, bay, bayan sözcüğünü daha iyi öğrenememiş” diye uygun bir dille anlattı sınıfa ve bu beni çok etkiledi.

-Çocuklar Çok Acımasız Olabilir Değil Mi.?

- Tabii. İnegöl’den, bir ilkokuldan, bir mektup gelmiş, öğretmen okudu bunu sınıfta, “Biz buna yanıt vermeliyiz, ama bu yanıtı bir yarışma halinde yapalım, herkes bir yanıt hazırlasın, seçelim en iyisini, gönderelim..”

Uzunköprü’yü tanıtacağız İnegöl’e biz de.. Ben Ceylan Köy’lüyüm, Uzunköprü’yü nereden bilirim, nasıl tanıtırım? Eyvah, hıncım da var ya. Uzunköprü, 1.5 km uzunluğunda bir köprü, Mimar Sinan eseri. Onun başında Türk ocağı diye bir yer var, üzerinde bir kitaplık var, geçerken onu gördüm, girdim içeriye, “Sabit amca, ben köyden geldim, bize bir görev verdiler, Uzunköprü’yü tanıtacağız, bana yardımcı olur musun” dedim. “Tabii” dedi, “Buradan dışarı kitap çıkarılmaz ama, sen götürür getirirsin” dedi. Ben aldım, hazırlandım, övünmek gibi olmasın benim mektup kazandı ve İnegöl’e gitti.

-Sayın Mehmet Başaran İlkokul Sonrası Eğitiminizi Nasıl Gerçekleştirebildiniz? Köy Enstitüleri İle Tanışmanız Nasıl Oldu?

-Sonunda, son sınıfa geldik… Atatürk hasta, 1938… Dediler ki, “Herkes Atatürk için bir şey yazsın.” Galiba ilk şiir denememi orada yapmış oldum, beğendiler yine. Sonra bitirdik ilkokulu. Çevremdekiler diyor ki, “Ben avukat olacağım, ben şu, ben bu olacağım...” Halleri vakitleri yerinde, gidecekleri yeri belirlediler. Benim gideceğim bir yer yok, döndüm köye. Kırklareli’nde lise yok, Edirne’de var, ama bize çok uzak. Bir gün köye postacı gelmiş.. “Yahu yok mu bildiğin bir yer, kimsesiz çocukların gidebileceği, yardım edecek biri..” falan, “Trakya Genel Müfettişi Kazım Dirik var, bütün Trakya’ya o bakar” demiş. O zamanlar üç genel müfettişlik var; Orta Anadolu, Doğu Anadolu, Trakya Genel Müfettişliği...

Babamla, bir mektup yazdık Kazım Bey’e. Mektubu alınca duygulanır, yardımcı olur diye hayal kuruyoruz, cevap yok. “Bu iş böyle olmayacak, kendimiz gitmeye çalışalım oraya” dedik. Borçlandık, tarla sattık, bir şeyler yaptık, kalktık Edirne’ye gittik... “Geliyor” dediler, ben koştum, önüne çıktım, söyleyeceklerimi unuttum, başladım ağlamaya.. “Niye ağlıyorsun” dedi, “Ben okumak istiyorum, köylüyüm, kimsem yok, babamın da gücü yetmiyor” dedim. Yanındakine döndü, “Kırklareli Valiliği’ne mektup yazın, okul zamanı onu da göndersinler” dedi.

Biz mektubu aldık, sevine sevine Kırklareli Valisi’ne gittik, vali Maarif Müdürü’ne gönderdi. Onlar dedi ki bize “Şimdi gidin siz, vakti gelince biz haber veririz.” Köye geldik, ama ne gelen var, ne haber veren.. Okullar açılmaya başladı, gidenler gitmeye başladı..

Bir ramazan’dı, sahura kalktık.. Babam “Hadi bakalım gidiyoruz” dedi. Düştük yola, köylerden, korulardan geçe geçe Kırklareli’ne vardık. Maarif Müdürü’nün karşısına çıktık, “Vah vah, bunu unuttuk biz, vali beş kişi seçti gönderdik” dedi.

Yıkıldık tabii… Kıvranıyoruz, her taşa bir tırnak atıyoruz ama yok. Sonra, Trakya Köy Öğretmen Okulu’na yazılmışım, yıl 1938. Türkiye’de Köy Enstitüleri açılmazdan önce dört tane köy öğretmen okulu vardı, işte onlardan biri, çok hoşnudum hayatımdan.. Ama üç ay sonra, yıl 1938, Atatürk öldü, ardından savaş, 2. Dünya Savaşı.. Önlem olarak bizi oradan, Edirne’den geri çektiler, Alpullu İlkokulu’na getirdiler.

- Eğitiminizde Bir Değişiklik Oldu Mu? Okul Şartları Nasıldı?

- Bu okul, şeker okulu, çok güzel bir özel okul, orada okumaya başladım. Ama ben çok yoksul bir aileden geliyorum, yalnız ben değil, tüm öğrenciler çok yoksuldu. Bizde iş dersleri de vardı, marangozluk, demircilik, yapıcılık var, kültür dersi var. Okulun alt katını marangozhane yaptık. “Kırlangıç kuyruğu geçme” diye bir şey var. Öğretmen aldı bizi aşağı, ilk önce nasıl yapılır, tarif etti …(Sayın Mehmet Başaran bize hem anlattı hem de bunun nasıl bir şey olduğunu gösterdi)

Öğretmen anlatırken kafam karıştı, çizmeye çalışırken bir ara gözlerim karardı, sonrasını anımsamıyorum, düşmüşüm, bayılmışım herhalde. Gözlerimi açtığımda ortalık bulanıktı, revirdeydim.. Konuşulanları duyabiliyorum; “Yaşamaz bu, yetersiz beslenme, özel bakıma alınırsa belki kurtulur” diyor. Ne demek olduğunu anlamadım tabi. Neyse, bakmaya başladılar bana, değişik yemekler çıkıyor, o özel bakım oluyormuş. Revirden çıktıktan sonra da arkadaşlardan farklı yemek vermeye devam ettiler bana. Eğer başka bir okulda olsaydım ölmüştüm. Ama o köy enstitüsüne öncü olan okul, beni kurtardı.

Almanlar Meriç’e gelince, Lüleburgaz’a göç ettik. Bir okulun bahçesinde marangozhane kurduk, okulun bahçesinde yatıp kalkıyoruz. Yaz tatili. O arada Kepirtepe diye bir yer bulmuşlar, oraya enstitü kurulacak. Gündüz marangozhanede çalışıyoruz, gece ders yapmaya çalışıyoruz. Geceleri lüks lambaları veya gemici fenerlerinin ışığında çalışıyoruz. Biz geceleri o marangozhanede üç kitabı sınıfça okuduk, Sadri Erdem diye bir yazar var, onun ‘Çıkrıklar Durunca’ diye bir kitabı var. O romanda, kapitülasyonlar döneminde Türk sanayinin, el sanatlarının nasıl çökertildiği, Orta Anadolu’daki merinos yetiştiriciliğinin İngilizlerce nasıl kaçırılıp Avustralya’ya götürüldüğü, bir Alevi köyünün başkaldırısı –çok güzel bir kitap ama, yok o kitap ortalıkta- onu okuduk. Kuyucaklı Yusuf’u okuduk, çok güzel bir roman.

- Sayın Mehmet Başaran, Kepirtepe’nin Kuruluşu Nasıl Gerçekleşti?

- Evet, sonra Kepirtepe’yi kurmaya başladık. Lüleburgaz’la Kepirtepe arası beş kilometre. Kepirtepe susuz, bir tek ağacı, yeşilliği olmayan bir yer. “İşte biz orada okul kuracağız” dediler. Çadırlar kurup içine girdik. Lüleburgaz’dan arabalarla çadırlara kazmaları, kürekleri taşıdık. Bir kamyonetle, varillerle su getiriyor. Barınaklarımızı kurduk, sonra yöreye su getirdik, ışık getirdik, orayı bağ bahçe haline getirdik. Orada hem okuyoruz, hem kendi kendimizi yetiştirmeye çalışıyoruz. Ana binayı bitirdik, Kepirtepe tam kendine gelecekken, Ankara’dan bir emir geldi:

Her öğrenci bir sırt çantasına tabak, çanak, çatal bıçak, battaniye koyup bir geziye çıkılacak. 1941, savaşın en bela zamanı, Trakya da boşaltılıyor, halk Anadolu’ya geçiyor, yani tam bir bozgun yaşanıyor. Sınıf sınıf göç etmeye başladık. Trenle İstanbul’a, oradan Anadolu’ya.

Bu bizim üçüncü göçümüz. 17 Nisan 1941’de Ankara’nın 35 km uzağında Hasanoğlan diye bir köye geldik. Trakya’dan Anadolu’ya gelince çok şaşırdık, sanki Ortaçağ yaşanıyordu Anadolu’da. Kerpiçten düz tavanlı evler, keçiler bizimkilere kıyasla küçücük, toprak kupkuru.. Yani “Burada nasıl yaşıyor bu insanlar” diye otur, ağla.

- Sizin Trakya’daki Yoksulluğunuz, Onların Yanında.!

- Ne diyorsun, biz 50 yıl ilerideymişiz oranın koşullarına göre.. Yakup Kadri’nin Yaban’ında olduğu gibi, tam bir yabanıllık.. Köyde kalacak yer yok. Dediler ki bir kısmımız camide kalacak, okul gibi bir yer var, bir kısmımız orada, geri kalanlar da çadırlarda kalacak. Hasanoğlan’ın kenarından tren geçiyor, ama istasyonu yok. Tren yoluna doğru bir düzlük var, ortasında da bir göl. Gölün kenarında da bir çeşme var, ama kırık dökük. Evvela güzel bir çeşme ve altına da yunak yaptık. Derenin alt tarafı bahçe gibi, oraya da masalar koyduk, açık yemekhanemiz oldu orası. Bir gün İlköğretim Müdürü Ferit Oğuz Bayır  geldi. Birinin eline kazmayı, diğerine küreği verdi. Biz de etrafına toplandık, bağırıyoruz; “Ocak tüttüreceğiz, bozkırı göğerticeğiz”. Sonradan yüksek kısım olacak olan Hasanoğlan Enstitüsü’nün temelini böyle attık. Dokuz ay orada kaldık, sonra dediler ki “Kepirtepe’ye döneceğiz.” Döndük, geceleri sabahlara kadar beton dökerek yatakhane binası yaptık, aynı zamanda dersler de devam ediyor…

1942-43 yılı geldi, artık beşinci yılımız doluyor, okulu bitirdim, sonra Hasanoğlan Öğretmen Okulu’na gittim. Bu dönemde köylerde kurulan köy enstitülerinde öğretmen yok. Hasanoğlan’ın asıl amacı, bu enstitülere öğretmen yetiştirmek..

-Siz Hasanoğlan’a Gittiğinizde, 20 Köy Enstitüsünün Tamamı Açılmış Mıydı.? O Zaman Mevcut Köy Enstitülerinden Başarılı Olanlar Mı Seçilip Hasanoğlan’a Gönderiliyordu?.

- Hayır, o zaman ortada mezun yok enstitülerden. İlk mezunlarını 1943’te vermeye başladı ve bu mezunlar Hasanoğlan’a yerleştirilmeye başlandı. Yüksek kısmın açılması özellikle Hakkı Tonguç için çok önemli. O diyor ki Tonguç, “Bu üniversiteyle, İstanbul’dakiyle olmaz, 21. yüzyılın insanını yetiştiremeyiz. İstanbul Üniversitesi 1933’de bir değişim geçirdi. Almanya’dan kaçan hocalar burasını kurmaya çalıştılar.

Ama geçmişte Darülfünun’dur burası, gericidir. Devrimler olurken bunlar katılamadılar, henüz daha tam Türkiye üniversitesi değil. Ankara’da daha yeni açılıyor, bu iki üniversiteyle Türkiye 21. yüzyıl insanını yetiştiremez. Biz 21. yüzyıl insanını yetiştirebilecek gerçek cumhuriyet üniversitesi kurmayı amaçlıyoruz.” Biz de oranın ilk öğrencileri oluyoruz. Her şeyi kendimiz yapacağız.

Dağ başıymış orası Ankara’ya 35 kilometre, oraya profesörler gelmiyor. Onların ayağına gidiyoruz, Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’ne gidiyoruz. Bazı derslere giriyoruz, yanımıza kumanyalarımızı alıyoruz. Bir yıl  bu şekilde gittik, sonra yavaş yavaş gelmeye başladı profesörler.

 - Sayın Başaran, Sabahattin  Eyüboğlu, Ruhi Su, Vedat Günyol Gibi Öğretmenlerinizle İlişkileriniz Nasıldı?

- Sabahattin Ali, yüksek kısmı gördü; şairdi kendisi, Hidayet Gülen diye bir öğretmen vardı, Konya Öğretmen Okulu’ndan onun öğrencisiymiş, “Hocam bize bir şiir okuyabilir misiniz?” dediler. Hiç nazlanmadı, hafif peltekçe konuşuyordu, altın çerçeveli bir gözlüğü vardı, saçları bembeyaz, etrafına ışık saçıyor adeta.

Şöyle bir dışarıya baktı pencereden, ‘Rüzgar’ diye bir şiiri vardır, kapitalizmin pisliklerinden bahsederken, ‘İnsan olmak dokunuyor onuruma’ bölümünü okurken, birden durdu. “Ama köy enstitülerini gördükten sonra insan olmak onur veriyor bana..” En güzel Köy Enstitüsü değerlendirmesini yapıyor..

Ruhi Su, Eskişehir Çifteler’de müzik öğretmeni olarak çalışmış. Ben Ankara’dayken kendisini gördüm, okula gelir giderdi. Ama ben, Sabahattin Eyüboğlu çevresindeydim, evine giderdim. Her gittiğimde Vedat Günyol, Melih Cevdet vs. orada olurdu, onların ortasına giderdim. Ruhi Su da orada olurdu, oralarda görürdüm. Azra Erhat orada olurdu..

Vedat Günyol’a gelince.. Hakkı Tonguç, “Fransızca öğretmeni lazım bize, gelir misin?” diyor, o da kabul ediyor. Gelip durumu görüyor, kendi anlatımına göre, “Ben öğretmenliği orada öğrendim. Beni onlar yetiştirdiler. Sanki dünyam değişmişti, klasik öğretmenlik bir yana atılmış, öyle sorular sorup beni terlettiler ki, öyle susamışlıkla derslere sarıldılar ki, hayatımda yaşadığım mutlu öğretmenlik dönemim orada geçmiştir, her gittiğim yerde söylerim ki, öğretmenlik budur.” diyor. Ödenek yokluğunda ücret veremeyeceklerini söylemişler kendisine. “Ben buraya tutkunum, üstüne ben para vereyim, ama beni buradan ayırmayın” diyor ve devam ediyor öğretmenliğe..

Sabahattin Eyüboğlu 1939 yılında Hasan Âli Yücel tarafından Talim Terbiye bürosuna çağırılıyor. Ayrıca tercüme bürosunun başına geçiyor. Hakkı Tonguç’la tanışıyorlar. Hakkı Tonguç’un yapmakta olduğu işe hayran. Yüksek köy enstitülerine dergi çıkarıyor, adı Köy Enstitüleri Dergisi, bu dergi kolunda da ben çalışıyordum. O yıllarda Sabahattin Eyüboğlu bize Batı Edebiyatı derslerine geliyor. Eyüboğlu çok güzel ders verir, bir tekniği var..

- Nasıl Bir Teknik?

-Bir hafta önceden, diyelim ki Sofokles’ten bir metni alıyor, o metni çoğaltıyor, başkana veriyor, başkan bütün sınıfa dağıtıyor. Biz bir hafta o metin üzerinde çalışıyoruz, sorular hazırlıyoruz, birbirimizle tartışıyoruz..

Sonra derse geliyor, “Haydi bakalım, metni burada beraber didikleyelim” diyor. Birisi kalkıyor, “O dönemde Atina’da köleci dönem, üretim kölelerin üzerinde yükseliyor vs.” diye metni özetliyor. Bir diğeri, “Evet, ama şöyle de eksiklikler var” diyor. Böylelikle didik didik ediliyor, dersler bu şekilde geçiyor.

- Sayın Mehmet Başaran, Hasanoğlan’daki  Günlerinizden Söz Eder Misiniz?

- Hasanoğlan’a geldiğimiz ilk yıl, öğrenciler ve yöneticilerle tanışma amaçlı bir yılbaşı gecesi, içkili güzel bir şölen verildi. Ankara’dan konuklar vardı, bakan ve genel müdürler gelmişti.  Böyle toplantılarda beni mutlaka anımsarlar. Hakkı Tonguç köy enstitülerini gezer, gezdiği zaman eğlencelerde bir şeyler okunur, beğendiklerini cebine koyar öbür enstitülere dağıtır, benim de aldığı şiirlerim var.

 Tam toplantı başlayacak, Başaran şiir okusun dediler. “Bir Atlıya” adlı bir şiirim vardı, Köroğluvari, halk şiiri havasında. Çıktım, okuyacağım, “Rüzgara vurunca sazdan bir eğer “ diye iki dize söyledim, tık dondum kaldım, gelmiyor aklıma. O sırada Tonguç yerinden kalktı, cebinden çıkardı kağıdı. “Bozuntuya verme devam et” dedi. Ben şiirimi okudum, iyi oldu.

Yemekten sonra, “Başaran seni Hasan Âli çağırıyor.” Dediler. “Niye öyle utanıyorsun, herkesin başına gelir, ben de unuturum bazen. Gel şu şiiri beraber okuyalım, tonlamaları, ulamaları, vurgulamaları daha iyi olabilir. Bunları öğrenmişsindir ama orada heyecandan tam yapamadın” dedi, sonra güldü, “Yahu ben sana ders vermeye gelmedim, yakından tanımak için çağırttım. Kimsin, nesin, nerelisin?” diye sordu. Ben de kısaca anlattım.

 

- Elinizde O Döneme Ait Fotoğraflar Var Mı?

-Keşke olsa da, ben de onları size verebilsem…

- Sayın Başaran Geçmişten Günümüze Doğru Eğitim Sistemlerimizle Hakkında Ve Düşünceleriniz Işığında Bizi Biraz Bilgilendirebilir Misiniz?

- Asıl anlaşılması gereken şu, anı anlatmak önemli değil, önemli olan Köy Enstitüsü tamlaması, bugün dünya eğitim literatüründe bir eğitim terimi haline gelmiştir. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra başlayan laik okul, burjuva kesiminin ihtiyaçlarını karşılayan okulculuğu getirmiş. Yani Avrupa’daki okul, kentsoylu insanların, orta sınıf değerlerini yakınlaştırmak için açtığı okul.. Daha sonra Tanzimat döneminde biz de onlara öykünmüşüz, taklit etmişiz, o okulu almaya çalışmışız. Oysa ki bizde 1789 devrimi gibi bir devrim olmamış, feodal bir topluma, Fransız Devrimi’nin getirdiği bir okulu getirmeye çalışıyorsun.. Sonradan köy enstitülerini kurarlarken bu okulların açıldığı bazı köylere gidilmiş, bakılmış ki buralarda öğretilenler üç-beş yıl sonra unutulmuş, ne okuyana, ne köye hiçbir yararı olmamış. “Bunlar okul değil, yokokul” denmiş. Ben diyorum ki, bu okullarda yetişmiş olanlar, köy enstitüsü olgusunu algılayamazlar. Çünkü okul denince, o klasik okul kavramıyla bakıyorlar olaya, onun dışında bir şeyi akılları almıyor. Nitekim köy enstitüleri kurulmaya başladığında, “Yahu okul değil bunlar, amele okulları, neresi okulmuş bunların” diye bakıyorlar, olayı anlayamıyorlar.

- Cumhuriyet’ten Önce, 1856’larda Amerikalıların Da Dahil Olduğu Bir Sürü Okullar, Kolejler Var.. Peki, Oralarda Yetişmiş İnsanlar…

- O okullar bizim için açılmış okullar değil, oralar beyin devşirmek için, Amerika’nın kendi çıkarlarına hizmet eden, azınlıkları yönlendirmek için kurulmuş okullardır. Düpedüz Türkiye’yi içinden çökertmek için, şimdi olduğu gibi..

- Size katılıyorum sayın Hocam… O okullarda okumuş, bir süre sonra öğrendiklerini unutmuş insanlardan söz edebilir miyiz?.

- Hayır unutmuyorlar. Onlar haince yaklaşıyorlar ülkeyi içeriden çökertmek için.. Azınlıkları örgütlüyorlar.. Kurtuluş Savaşı öncesinde Türkiye’yi karıştıran şeyler hep onların başının altında çıkıyor.Daha sonraki dönemde, devlet okullarında okumuş olanlar, klasik okul anlayışıyla yetiştiler, enstitüyü anlayamazlar.

Köy enstitüsü kavramının anlamı şu; yaşamı izleyebilen, yeni doğabilecek gereksinmeleri de karşılayabilecek nitelikte, yaşamın içinde insan yetiştiren, hem yaşamı değiştirebilen, hem kendilerini yaşamla ilgili değiştirebilen insanlar yetiştirmeye yönelik uygulamalı, sürekli eğitim ortamları.. Şundan öyledir; bir kez Türk toplumunun insanının doğasını, yaşamını iyi tanıyanların hayatın içinden gelenlerin dünya biliminin verilerinden yararlanarak kendi toprağında bir şeyleri köklendirme amacıyla kurulmuşlar.

Bakmışlar Almanya’da iş eğitimi diye bir şey var uygulanıyor, Rusya’da iş eğitimi diye bir şey var, Amerika’da iş eğitimi diye bir şey var uygulanıyor. Yani eğitimde son gelinen yer iş eğitim uygulaması. Ama Hakkı Tonguç çok gerçekçi bir insandı, topraktan da kitaptan da bilen bir insan.

- Sayın Mehmet Başaran, Bu Dönemde Yurtdışında Neler Oluyordu Ve Bunlar Yeni Türkiye Cumhuriyeti Eğitim, Düşün Adamları Tarafından Nasıl Değerlendiriliyordu.?

- Almanya’da sanayileşme aşamasındaki topluma nitelikli insan kazandırma amacıyla kullanıyor iş eğitimini. Rusya’ya bakıyor, sanayileşmiş veyahut da sosyalist aşamaya geçmeye çalışan toplumun insanını yetiştirecek biçimde kullanıyor. Bize bakıyor, bizde insanlar hâlâ yarı feodal. Burada iş eğitimi. Aydınlanma dönemi filozofu Kant diyor ki, “El, beynin uzantısıdır. Kafayı ve eli beraber çalıştırmalı.” Köy Enstitülerinde el ve beyin beraber çalışıyor, öğrenileni uyguluyor o şekilde uygulamalar sürüyor.

Ben köy enstitülerinin tam tanımını kitabımın adı da böyledir, “Özgürleşme Eylemi: Köy Enstitüleri” diyorum. Bu çok zor bir eylemdir. Almanya’da doğan bir kişi işçiyse, babası fabrikada çalışıyorsa o aile içinde diliyle, davranışlarıyla, yaşamıyla ona göre koşullanır.  Ve bu koşullanmadan yavaş yavaş bir şeyler öğrenerek kurtulmaya çalışır. Özgürleşme yavaş yavaş gelişir, bir yere kadar özgürleşir. Bir yerde yine oraya bağlı kalır. Türkiye’ye gelince; ortaçağ yaşamı sürüp gitmekte. Tarım toplumu, köydeki insan daha çok kuşatılmışlık altında. Anası, babası, inançları çok daha küçükten bir yere yöneltiyor. Böyle bir insan özgür olamaz. Özgürleşebilmesi için insanın, elinin ve beyninin çemberlerini kırabilmesi ve aklını baskılardan kurtulmuş olarak kullanır hale gelebilmesi gerekir.

- Köy Enstitüsü’nde Almış Olduğunuz Eğitimle Yaşamınızda Neler Değişti.? Örneğin İlk Üç Yılki Almış Olduğunuz Eğitimle, Sonra Gördüğünüz Eğitim Sistemi Birbirinden Çok Farklı.! 

Ona geliriz. Hasanoğlan Köy Enstitüsü, bir tepenin üzerinde… Tohum saçan köylü yontusu, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Atatürk, İnönü.. Biraz daha Açıkhava tiyatrosuna doğru yürürseniz, bin kişilik tiyatro, hemen oyuna hazır. Yüksek kısım binasının kapısında Yunanlı Çocuk. Yani, Türkiye’de ne böyle üniversite vardı, ne şu vardı, ne bu vardı.

Buranın yetiştirmesi de çok ilginç; yönetici, eğitimci ve ders öğretmeni yetiştirme amacı güdüyor. Birinci yılı bitirdiğinizde, bir enstitüye gidip kendi branşınızda 2-3 ay öğretmenlik stajı yapıyorsunuz. Gittiğiniz yerlerdekiler, sizin çalışmalarınız hakkındaki gözlemlerini bildiriyor idareye. İkinci yılın sonunda, köy enstitülerinin inşaatlarını denetlemeye, müfettiş stajına gidiyorsunuz.

Bir yörede örneğin 10 köye gidiyorsunuz, okul yaptırıyorsunuz, bu işlerde deneyim kazanıyorsunuz. Üçüncü ve son yılda, bakanlıkta bir genel müdürün yanına gidiyorsunuz. Orada bir ay yöneticilik kursundan geçiyorsunuz. Bitirdiğinizde uygulamalı ve nazari olarak pek çok şeye sahipsiniz. Tabii bu alanda elim, beynim özgürleşti.

-Sayın Mehmet Başaran II. Dünya Savaşı Bitimiyle Türkiye’de Yaşanan Değişimlerle İlgili Görüşlerinizi Bize Aktarır Mısınız?

- 1945’de II. Dünya Savaşı bitimiyle Türkiye’ye çok partililik dönemi başladı ve eğitim sisteminde önerilmeye başlandı. İsmet Paşa da mecbur mu kaldı, yoksa başka bir şey mi oldu.. Derler ki, 1947’de Amerikalılarla ilk anlaşmalar yapıldı, Marshall Yardımı falan, onların da etkisi var bu işte, ve ilk kez, ortamı yeterince hazırlanmadan Türkiye paldır küldür, güya adı demokrasi olan demokrasicilik oyununa girişti. Burada asıl çok önemli olan şu; Hakkı Tonguç bizi bir gün bir duvar dibine götürdü, topladı, “Çocuklar, Türkiye yakında çok büyük bir değişim yaşayacak, artık çok partili sisteme geçiyoruz, halk yöneticilerini kendisi seçecek. Şimdiye kadar parti belirliyordu seçilecekleri, şimdi halk kendisi seçecek. Buna demokrasi diyorlar, ama demokrasi iki çeşittir; birincisi gerçek demokrasi dediğimiz demokrasidir, bir de sandık demokrasisi… 20-30 köyü olan ağalar var doğuda. Türkiye’nin gelir dağılımı korkunç, bütün köylüler topraksız. Toprak reformu yapmamışsın, insanlar arasında uçurumlar var, bu insanların önüne sandık konmaz, konmamalı. Daha halkımızın yüzde 20’si okuma-yazmayı yeni öğreniyor, yüzde 80’i okuma-yazma bilmeyen insanların önüne sandık konması yanlış. Yasaların değişmesi ve insanların şu duruma gelmesi gerekir; bir İngiliz der ki, ‘Uyandırılmamış, bilinçlendirilmemiş işçilerin, halkın önüne sandık koymak cinayettir.’ Şimdi bizim sandıktan ne çıkacak, bunu çok merak ediyorum” dedi.

- Sandıktan Ne Çıktı?

- Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu gün, hilafetin kaldırıldığı gün Atatürk’ün karşısında olanlar, bunlardan bir tanesi Kazım Karabekir’di, o seçimlerde meclise geldi, meclis başkanı oldu. Bunlar 1925’te Atatürk’e karşı parti kurmuşlardı, kendi partisinde çalışan Şemsettin Günaltay meclise girdi, meclis başkan yardımcısı oldu. Feridun Fikri Düşünsel vardı, o da Bingöl milletvekili, o da onun yardımcısı oldu. Karabekir, Şemsettin Günaltay, Feridun Fikri Düşünsel… Atatürk’e karşı olan dönemin adamları meclise girdiler ve Cumhurbaşkanı’ndan sonra gelen yerlere oturdular bir, ikincisi Atatürk’ün yaptığı devrimlere karşı olanlar, Atatürk’ün yaptığı devrimlerle çıkarları bozulanlar, bunlar da meclise geldiler. Beş yıl savaş süresince, savaş önlemleri yüzünden bezgin duruma düşen köylü halk onların sırtından bir takım vurgun vuran yeni zenginler vardı, savaş zenginleri. O savaş zenginleri de Meclis’e geldiler. Toprak ağaları vardı, 1945’de toprak yasası çıkartılmaya kalkışıldı ona karşı olan toprak ağaları Demokrat Parti’yi kurdular. Onlar da Meclis’e geldiler. Şimdi geriye Atatürkçü bir şey kalmadı. 1947’de Halk Partisi 7. Kurultayını yaptı. O, 7. kurultayda o zamana kadar Cumhuriyet dönemi kazanımları yavaş yavaş tartışmaya açıldı, kongre başkanlığına Şemsettin Günaltay getirildi, ki o bir dinci ve softaydı. “Artık din eğitimine geçebiliriz” vs. gibi ödünler verilmeye başlandı, Atatürk’ün yetiştirdiği Beşir Kemal diye bir adam vardı, şair, “Hepiniz Atatürk’e, Cumhuriyet’e, Halk Partisi’ne ihanet ediyorsunuz, sizi protesto için Halk Partisi’nden de, milletvekilliğinden de istifa ediyorum” diyerek ayrıldı. 1936’da Atatürk’ün getirdiği Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, duruma baktı, baktı, gitti İsmet İnönü’ye “Yaptığınız Atatürkçülüğü yok etmeye yol açmaktır” dedi. Birbirlerine ağır konuştular. Hasan Ali Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrıldı, yerine Reşat Şemsettin Sirer, Recep Peker de başbakanlığa getirilmişti, hükümet programında ‘Köy Enstitüleri’ni millileştireceğiz’ maddesi var. Oysa bilim adamları derler ki, Türkiye, Türkiye olalı kurulmuş en milli kurumlar Köy Enstitüleridir. Adamlar bunu millileştirmeye kalktılar.

- Sayın Mehmet Başaran Hasanoğlan’daki O Günlerinize Dönersek Neler Nasıl Değişti.?

-  Söylentiler gelmeye başladı, Meclis Başkanı gelmiş diye. Benim yanıma geldiler planı ben uyguladığım için Feridun Fikri, “Size bir tarih de okutuluyor mu?” dedi. “Bütün okullarda olduğu gibi bizde de okutuluyor, bizim tarih öğretmenimiz Prof. Ali Demircioğlu” dedim. Sonunda dediler ki, “Bırakın kazmaları, kürekleri.” İlk kez işyerinde kazmaları kürekleri temizledik, kaldırdık.

Güzel Sanatlar binasına götürüldük. Karabekir şöyle oturuyor, yanında sırasıyla Şemsettin Günaltay, Feridun Fikri oturdular. “Sizin Hakkı Tonguç hakkında bir marşınız var, onu söyleyin” dediler. Herkes birbirine baktı kaldı, yok öyle bir marş.. Hürrem Arman var, eğitim başı, içerisinde toprak vs. var dediklerinde, “Haa, Ziraat Marşı’nı istiyorlar, tamam, başlayalım” dedi. Başladık söylemeye (marşı okuyor burada)…Marşta Atatürk’ün adının geçtiği yere gelindiğinde Karabekir kesmemizi istedi…

Marşta bile Atatürk’ün isminin geçmesine tahammül edemedi. “Peki kendi besteleriniz yok mu?” dediler. Hüseyin Küçükçakar çalmaya başladı, çok beğendiler. Şemsettin Günaltay “Görüyoruz ki, çok güzel şeyler de yapabiliyorsunuz. Peki, Türk tarihinin değerlerini işleseniz, mesela Orta Asya’dan dünyaya yayılırken yaptığımız kahramanlıkları işleseniz, Gorki’leri, Gogol’ları okuyacağınıza, onlardan yapsanız..” dedi.

- Sayın Mehmet Başaran, Mezuniyet Sonrası İlk Görevinizi, İlk Öğretmenliğinizi Nerede Yaptınız?

- Kuralarımızı çektik ve enstitülere öğretmen olarak gittik. Ben Antalya Aksu Köy Enstitüsü’ne öğretmen olarak gittim. Fakat ıslahat diye bir şey başlattı Reşat Şemsettin Sirer Bütün köy enstitüsü öğretmenleri, yöneticileri değişecek, programları değişecek, klasik öğretmen okuluna döndürecekler. İ. Hakkı Tonguç Antalya’ya gideceğimi öğrendi, bana bir mektup verdi, “Bunu Halil Öztürk’e götüreceksin. Mümkünse öğretmenler kurulu toplantısında okutturmaya çalış” dedi. Şöyle başlıyor mektup; “Büyük değişiklikler başlıyor, hepiniz güvendiğimiz, sevdiğimiz insanlarsınız, prensiplerinize, ilkelerinize bağlı kalın, kaleyi içinden fethettirmeyin.” Ben bu mektupla gittim ve işe böyle başladım. Müdür sağ kolum, eğitim başı sağ kolum, ben egemenim orada.

Bir gün çok güzel bir ders yapıyoruz, çocuklar da çok sever derslerimi, Şinasi’nin ‘Şair Evlenmesi’ konusunu işleyeceğiz. Ben de Eyüboğlu’nun yöntemini kullanıyorum; konuyu önceden veriyorum, önceden hazırlanıp geliyorlar, bayram yerine dönüyor ders. Ben girdim derse, uzun boylu bir adam, “Ben de konuk olarak katılabilir miyim derse” dedi. “Buyurun efendim” dedim, kimsiniz falan demedim.

Sınıfa girdik ki, Tanzimat dönemine ait bir oda dekore etmişler, çocuklar o dönemin kılık kıyafetlerini bulmuşlar, birisi şair olmuş, birisi evleneceği kız.. İçeriyi öyle bir güzel hazırlamışlar ki, önce birisi kalktı dedi ki, “Tanzimat döneminde ilk defa yapılan bir piyestir bu, özelliği şudur budur.. Biz burada şu özelliklere dikkat ederek bunu canlandıracağız” dedi ve oyunu oynatmaya başladı.

Sonra sınıftan eleştiriler aldı. Bize dönüp, “Sizin eleştirilerinizi alalım, daha iyi nasıl yapabilirdik?” diye sordu. Adam büyülenmiş gibi izledi, hepimiz kendimizden geçtik, o kadar güzel canlandırdılar. Adam “Ben bakanlık müfettişi Ali Teoman, kutlarım sizi” dedi.

-Askerliğinizde de Yaşamınızdaki Haksızlıkların Bir Başka Örneği, Bize Biraz Anlatır Mısınız.?

- Toydemir diye biri vardı, Milli Savunma Bakanı, bir de İçişleri Bakanı –ismini şimdi hatırlayamıyorum-, işbirliği yaptılar bizim Reşat Şemsettin’le ve Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlıları tüm enstitülerden uzaklaştırabilmek için toptan askere alma kararı çıkardılar 1947’de.. Yedek subay okulunda dersler başladıktan bir ay sonra biz Ankara’ya geldik.

Orada altı ay derslere girdik çıktık. Çok başarılıyız, çünkü diğer menşeilerden gelenler hanım evlatları, biz işçi köylüler pişkiniz. Talimlerde de, diğerlerinden iyiyiz… Tam üniformalarımızı giydik, demirlerimizi taktık, kuralarımızı çektik, bir gece ‘içtima’ dediler, toplandık.

İki kurmay, bir adam daha.. Geldiler, “1152” dediler, kalktım.. “Yürü” dediler. Yürüdüm, kapı açıldı, iki askerin arasına alındım. “Götürün yatakhaneye” dediler, gittik. 45 kişiyi arabalara doldurdular. Gecenin köründe arabalar döndü dolaştı, nereye götürülüyoruz, hiç belli değil.

 

- Bu 45 Kişinin Tamamı Yüksek Köy Enstitüsü Çıkışlılar Mı?

- Değil, diğer kaynaklardan da var, ama bizimkiler çoğunlukta. Üç gün üç gece bizi bir yerlerde tuttular. Sonra bizi kıtalara gönderecekler. 9. Kolordu’ya gönderdiler İzmir Sarıkışla’ya.. 16 gün bizi bir odada unuttular. Kapıda nöbetçi var, ama nerede olduğumuzu bilen yok. Neyse sonunda buldular bizi, önce karakola gönderdiler ve Aydın’a sevk ettiler. Aydın’da bizi nezarethaneye tıktılar… Sonuçta, üç yıl askerlik yaptım.

-Sayın Mehmet Başaran, Askerlik Sonrası Nerelerde Görev Aldınız?

-1949’da Köy enstitüleri bitmiş, enstitülere bizi öğretmen olarak vermiyorlar.  Neyse dediler ki siz başöğretmen olacaksınız beni Balıkesir’e başöğretmen olarak verdiler. Orası da beni Edremit bölgesine verdi. Oldum Edremit dokuzuncu bölge gezici başöğretmeni, 24 köye ben bakacağım. Kısa bir zaman geçti aradan  1950 seçimleri  oldu,  1950 seçimlerinde Nazım Hikmet içerdeydi, o bile dışarı çıktı. Fakat Tevfik İleri diye bir adam geldi, Milli Eğitim Bakanı oldu. İ. Hakkı Tonguç için soruşturma açtırmış. Üç bakanlık müfettişi Edremit’e geldiler. Benim de ifadem alınması gerekliymiş. Bir gece beni ortaokula çağırdılar, şey başlandı kimliğim, adın ne babanın adı, deden dediler “Rumeli”, Rumeli’ne “”kökü dışarıda dediler. Dedim “Ne demek istiyorsunuz siz, yani Mustafa Kemal’e kökü dışarıda demek istiyorsunuz galiba da benim üzerimde aşama yapıyorsunuz.”.  “Yok canım” falan filan konuyu kapattılar. Sonra dergiyi sormaya başladılar, dergiyi kim çıkarıyordu, dergi kolu çıkarıyordu. Sabahattin Eyüboğlu neler diyordu, ne yapılmasını istiyordu? Sonra çekip gittiler.

 

- Öğretmen Sendikası Olayı Çok Önemli…

- Kitaplar var bunun hakkında.. 1965’ten 1969’a kadar dört yıl süreyle ben, genel yönetim kurulu üyesiydim, Marmara Bölgesi temsilcisiydim. Boykotu hazırlayanlar biziz, eğitim seminerini hazırlayanlar biziz, bütün melunlukları yapan biziz.. Türkiye’de 500 şubemiz var, bütün Türkiye’yi açık enstitü haline getirdik..

 

- Burada şunu sormak istiyorum: Köy enstitülerindeki eğitim, eleştiri hakkının kullanımı bugünün üniversite ortamlarında bile gerçekleşemiyor. Kaldı ki o dönemde 12-16 yaşlarındaki öğrencilerin bunları yapabilmesi, sizin ve diğer öğrencilerin kişisel gelişimlerine nasıl katkıda bulundu.?

-Köy enstitülerinde düşünce eğitimi doruğuna çıkarılmış bir ortamdı. Ben köy enstitüsünde dergi kolunda çalışırken, kitap tanıtımları koyduk. Yüksek köy enstitüsü öğrencileri toplanacak, bizim önerdiğimiz kitap birlikte okunacak ve sonra birlikte tartışılacak. Bunlardan bir tanesi ‘Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi’. Yapı kolunda toplandık, hazırlanan arkadaşlarımız kalktılar, bu kitabı sundular. Aramızda sağcılar da vardı, şikayet ettiler bizi, İnönü’ye kadar gitti konu. Hakkı Tonguç demiş ki, “Böyle bir tartışma oldu, ne dersiniz?” İnönü, “Elbette onlar tartışacak, onlar tartışmayacak da biz mi tartışacağız” demiş.

 

- Sanat Eğitimi, Kitap Okuma-Tartışma.. Bunlar Büyük Bir Farklılık.. Şimdi Üniversitelerimizde, Öğretim Sistemimizde Olmayan Bir Şey. Bunlar Üzerinden Biraz Görüşlerinizi Alabilir Miyim?

-Tonguç diyor ki, “Başarı çelenklerine bürünen, sağlam, sağlıkları yerinde olan enstitülüler, yaşamı seven, ondan tat alan, yaşamaya doymak bilmeyen, inzivadan hoşlanmayan, onun ruh karartıcı etkilerinden korunmayı bilen kimselerdir”. Bunu uygulama içerisinde şöyle geliştiriyor; en ağır işleri bile yapsalar bir hafta boyunca, hafta sonu bütün enstitü bir şenlik gecesi düzenliyor. Herkes o şenliğe kendi yaratıcılığını katmaya yöneliyor. Sesi güzel olan sesiyle, çalabilen çaldığı enstrümanla, sözle ilgili olanlar şiirleriyle, anlatısıyla o geceye katılıyor. Bu öyle bir canlılık yaratıyor ki, insanlar kırsal kesimden getirdikleri kültürü yeni bir anlayışla, bilinçle orada yoğuruyorlar.

- Biraz daha açar mısınız?

-Canlılığa gelince; korkuyu yenmek diyorduk değil mi.. Diyor ki, “Korku genellikle insana büyüklerce aşılanır. Enstitülerde kişi bu korkuyu öyle bir yeniyor ki, haksızlığa kötülüğe boyun eğmez, bunları gidermek için gerekirse savaşır. Bir parazit gibi başkalarının ya da milletin sırtından geçinmek isteyenlerden iğrenir. Yalnız emeğine güvenir, açık yürekliliği, mertliği ilke bilir. Enstitülerde özgürleşme eylemine dönüşür eğitim.. O kadar ki, yapılan en küçük bir haksızlığa dayanamazlar, hafta sonu toplantılarında herkes gördüğü haksızlığı giderebilmek için katkıda bulunur. Hasanoğlan’a bir soruşturma için gelen Kazım Karabekir ve çevresindekiler dediler ki, “Ne oluyor, rejim mi değişiyor? Bu enstitüdekiler otorite kurmaya başlamışlar.” O zaman kalktı Hürrem Arman dedi ki, “Hayır, bunlar haksızlığa tahammül edemezler, toplumun işlerinin yolunda gitmesini isterler.”

Tonguç’un sisteminin adı zaten ‘Canlandırılacak Eğitim, Canlandırılacak Köy’dür. Bütün amaçları toplumun geri kalmış kesimlerini canlandırabilmek, çağdaşlaşmasına katkı sağlayabilmektir. Bunun içinde en önemli olanı sanat alanıdır. Sanatta gelişebilmeleri için her türlü olanak enstitülülere hazırlanmıştır. O yüzden sanat solunan bir yaşam gibidir.

- O yıllar peki siyasi ortam olarak nasıldı?

- Siyasi ortam, başlangıçta iyi gibiydi, ama siyasi ortam şöyle çok kötüydü. Köy Enstitüleri 1940 yılında açıldı, 1939’da İkinci Dünya Savaşı patladı. İkinci Dünya Savaşı’nın patlaması demek, Türkiye’nin doğrudan doğruya savunma harcamalarına yönelmesi harbe hazırlanması demekti.  O nedenle de Türkiye’de sıkıyönetim ilan edildi. Her tarafta Türkiye’de üretilen şeylere sınırlama getirildi. Örneğin ekmek vesikayla satılıyordu. Köylüler tarlalarını ofis memurlarının denetiminden sonra biçebiliyorlar. Ve biçtikten sonra harmanda gelip şu kadar ödeme zorunluluğunda kalıyorlar. Köylü inim inim inliyor. Hiçbir şey bulunmuyor, gaz yok, ışık yok o şekilde.

Onun dışında daha başka bir durum da var siyasal olarak Almancılar da türemeye başlamıştı, Almanları destekleyen bir kesim. Hatta köylerde bile kahvelerde Almanları tutanlar, Rusları tutanlar tartışması olurdu. Nihal Atsız diye birisi dergi çıkarıyordu. Irkçılık, Türkçülük akımlarını geliştirmeye çalışıyordu. Giderek Sabahattin Ali’ye hakaret etti galiba, dava açtılar. Sabahattin Ali-Nihal Atsız davası oldu. Tabi bunlar bize de yansıyordu.

- Peki o siyasi ortamda özellikle 1950 ile 1960 arasında nasıldı?

- 1946’ya kadar Köy Enstitüleri özgün dönemlerini sürdürdüler. Eğitim anlayışlarını, ilkelerini uyguladılar. Yüksek Köy Enstitüsünde de oralara öğretmen yetiştirilmeye başlandı. Fakat 1946’da dışarının baskısıyla seçimler yapılınca iş değişti. Amerikalılarla bir yakınlaşma oldu. Sanki Türkiye’de demokrasiye geçiş Köy Enstitülerini yok etmek için başlatılan bir hareket gibi oldu. O seçimlerde Kızılçullu eski müdürü Emir Soysal Maraş’tan bağımsız milletvekili olarak meclise girdi. Meclisteki bütün etkinliği Köy Enstitülerini suçlamak, Hakkı Tonguç’u suçlamak, Köy Enstitülerinin ahlaksızlık yuvası olduğunu, orada komünist kitaplar okunduğu gibi suçlamalar oldu.1947’nin kasım ayında Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Kapatıldı ama iki dönem bitirmiş olanlar köy enstitülerinde öğretmendi. Onları oradan uzaklaştırarak Köy Enstitülerinden çekmek istediler, onun için değişik çareler düşündüler. Savunma bakanlığıyla anlaşarak askerlikleri gelmeden ertelemeleri oldukları halde onları toptan askere aldılar. Köy Enstitülerini o güne kadar bitirmiş olanlar enstitülere toplandı, güya tamamlayıcı kurslardan geçirilerek beyin yıkama kurslarına tabi tutuldular. Yani onlar solcuymuşlar da temizlemek için. Onun dışında Köy Enstitülerinin izlercesi programı, köy öğretmen okullarının, eski öğretmen okullarının izlercesine dönüştürülmeye başlandı. İşlikler sustu, kitaplıklar sustu. Kız erkek karma eğitime son verdiler. 1950’de iktidara gelenler Tevfik İleri Köy Enstitülerin üzerine giden bir bakan oldu ve adeta Amerika’daki McCarthy gibi Türkiye’de komünizm savaşı sürdüren azılı bir bakan durumuna geldi. Bu defa da iş başındaki köy enstitülerini o kadar baskı altına aldılar ki, mesela müfettiş teftişe gelir rapor dolduracak mezun olduğunuz yer diye sorar çocuk enstitü çıkışlıyım diyemeyecek durumda, o hale getirdiler. Ayrıca güya zayıf yetişmişler, iş başında kendilerine hakaretler edilmeye başlandı. Kendilerine verilen tarım araçları geri alındı. Halkın gözünde, öğrencinin gözünde küçük düşürücü davranışlar oldu. Bazen uyduruk ihbarlarla kimileri tutuklandı, altı yıllıkken, beş yıllıkken meslekten edildiler.

Yani Türkiye’de korkunç bir ortaçağ dönemi yaşatıldı o dönemde. 1947’de bir uygulama daha yapıldı, ıslahat döneminde. Fakülte bitirmiş öğretmenleri, bir defa bütün köy enstitüsü müdürlerini aldılar. Yerlerine klasik okul müdürlerini getirdiler. Ayrıca fakültelerden yeni mezun olmuş öğretmenler getirdiler.

- Ya Demokrat Parti döneminde?

-Demokrat Parti döneminde Avni Başman  diye bir bakan geldi. Çok demokrat, Hasan Ali Yücel döneminde bakanlık müfettişliği  yapmış,  güzel bir insandı. Geldiğinin haftasında, veyahut onuncu gününde Hakkı Tonguç’u çağırıyor ve diyor ki; “Hakkı Bey, halkın seçtiği meclisin bakanıyım ben, kaldığımız yerden enstitüleri sürdürelim”, Hakkı Tonguç gülüyor, “Avni sen burada ne kadar kalacaksın onu düşün, seni burada tutmazlar” diyor. Adnan Menderes çağırıyor Avni Başman’ı diyor ki, “Biz meydanlarda Köy Enstitülerini kapatacağız diye söz verdik. Bunlarda komünistlikten mahkum olmuş kişiler var mı onları tespit edelim” diyor. Avni Başman, “Ben milli eğitim bakanıyım, içişleri bakanıyla konuşsanız daha iyi olur kanısındayım”. “Yok yok sizden istiyoruz, hatta böyleleri yoksa bile bunları bulalım”. “Bu benim işim değil”  diyor ve iki aylık bakanlıktan sonra istifa ediyor. Arkasından Samsun milletvekili yol mühendisi Tevfik beyi çağırıyor, “Böyle adamları bulur muyuz?” diye soruyor ona. “Buluruz başbakanım” diyor.

-Ne Tür Faaliyetler Sürdürüyorlar?

-İstanbul’a geliyor. Köyleri Kalkındırma Derneği kuruluyor. Fevzi Çakmak’ın yeğeni Kırklareli’nde emniyet müdürü. Ona telefon ediyor ve diyor ki “Biz bir dernek kuruyoruz, siz de bize oradan  bu işleri yürütebilecek ve ajan olabilecek birini gönderin” Nazif Karaçam diye bir adamı gönderiyorlar. Trakya’da köyleri kalkındırma derneğinin şubesini açıyor. Aralarına üç tane ajan sokuyorlar. Başlıyor bunlar faaliyete, çalışmaya. Aradan bir yıl geçtikten sonra Nazif Karaçam talimat almaya geliyor İstanbul’a. Diyorlar ki “Sen şimdi oraya git, bir liste hazırlayın bize yardım edecek aydınlar listesi”. Bu listenin en başına Cavit Orhan Tütengil yazın, onun arkasından şunu yazın, isimler veriyorlar, bizim adlarımızı da veriyorlar. “Kalanı da yöreden tamamlayın, ele gelen adamlardan, iri kıyımlardan”  diyor.Ve bu listeyi tamamladıktan sonra ona şöyle bir mektup ekleyin “Sayın Sovyet Büyükelçiliğine, ilişikteki kişiler sizi destekleyen aydınlardır. Biz her ne kadar köy kalkınma derneği olarak görülüyorsak da, daha toplumda derin gelişmeleri amaçlayan bir örgütüz. Parasal desteğe ihtiyacımız var, bize yardımcı olun” bunu diyor postalamaya hazır edin, emniyete ihbar edin. Yapılıyor, emniyet derneği basıyor, gizli örgütü ortaya çıkarıyor. Trakya’da öğretmenler toplanıyor, dava başlıyor. Ve Trakya’da komünistlikten mahkum olmuş öğretmenler yaratılıyor. Ben Edremit’te çalışıyorum, gelip orada benim evim var, oradan bana şey yapıyorlar. Böyle olaylar, tertiplerle canına okudular insanların. Aynı tertiple, bugün Paris’te Hasan Kudar var, altı yıllıkken Hasan Kudar’ın evine baskın yapıldı. Nazım Hikmet’in kaçışını okumuş gazetede, Nazım Hikmet’i övdü diye, komünistlik propagandası yaptı diye ağır cezada yargılandı, beraat etti ama, öğretmenlikten atıldı. O da kalktı gitti Paris’e 35 yıldır Paris’te yaşıyor.

- Enstitülerden günümüze bir geçiş yapacak olursak, eğitimdeki nitelik farkı konusundaki düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

-Eğitim ister demokratik yoldan gelmiş olsun, ister başka yoldan gelmiş olsun egemen güçlerin egemenliklerini pekiştirmek için kullandıkları bir araçtır. Bu egemen güçler, kitaplarının içeriğini, yolunu, yöntemini, öğretmenini kendileri belirler. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra devrimciler egemen oldular, Atatürkçüler egemen oldular. Ve eğitimin amacını saptadılar. Eğitimin amacı, tam bağımsız, insanca, onurlu bir toplum olarak yaşamayı gerçekleştirecek nitelikte insanlar yetiştirmekti. 1950’de iktidara gelenler, Celal Bayar’ın deyimiyle küçük Amerika olmayı hedefleyen bir eğitim sistemine yöneldiler. Bakanlıklar Amerikalı uzmanlarla doldu. Türk eğitim sisteminde yirmiden fazla proje geliştirildi. Atatürk dönemindeki eğitim sistemi yozlaştırılarak bugüne getirildi.

-Son yıllarda öğretmen yetiştirmesi ki sanırım yetişmediği konusunda hem fikir olacağız- yetişmemesi konusunda neler söylemek istersiniz?

-Bugün Türkiye’de öğretmen yetiştiren hiçbir kurum yok, 20 yıldan beri öğretmen yetişmiyor. Ve eğitim dizgesi de sadece üniversiteye öğrenci yetiştirmekle sınırlı. Fakat fırsat ve olanak eşitliği yok. Herkes yeteneğine göre yetişemiyor, sınıflar çok dolu. Üniversiteyi bitirenler de nitelikli işsiz olarak sokağa atılmış oluyorlar. Sanki toplumun değerlerini eritmek amaç edinilmiş gibi, bakanlığa değil, dershanelere dönüşmüş ticari özel eğitim sistemi uygulanıyor.

950’den beri eğitim sistemlerinde ölçme yöntemi test. Testle bir insanın tüm değerleri ölçülemez. Testle belki birtakım bilgisel durumlar saptanabilir, ama birtakım özel nitelikler, yetenekler, alışkanlıklar, davranışlar ölçülemez. Ve testle ölçüm, sözlü anlatımı, yazılı anlatımı sakatlar, okumayı da engeller. Nitekim 1950’den beri Türkçe’yi öğretemez hale gelmiştir okullar. Bu nedenle üniversitelerde Türkçe dersleri okutulmaya başlandı yeniden. Amaçsız, plansız, kıyıcı, din ağırlıklı, giriş sınavları yüzünden kuşaklar bunaltılıyor, özel okulculuk bir vurguna dönüşmüş.

Bunun dışında dünyanın hiçbir yerinde olmayan –eğer sömürge değilse olmayan- bir yönteme gidilmiş; üniversitelerde yabancı dille eğitim.. Yabancı dilde eğitim demek, bu topluma ihanet demektir. Toplumun beyinlerini başka bir dil adına devşirmek demektir. Ayrıca bu ülkenin dilini de yok etmeye yönelmek demektir. Çünkü bilim dili olmasını, sanat dili olmasını engelliyor, düzeyin yükselmesini engelliyor. Bugün Türkiye’de yaşanan bu. Devrimi yapan Mustafa Kemal, “Eğitimin dili Türkçe olmalıdır. Bağımsızlığını sağlayan bu ülke, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” diyor. Yani vatanla dili özdeşleştiriyor. Dil de gerçekten bizim duygularımızın, düşüncelerimizin vatanıdır, eğer bunu korumazsak giderek biz de yozlaşırız. Çünkü her dil bir kültür propagandasıdır, atasözleriyle ve benzerleriyle böyledir. İngilizce ise İngiliz kültürünü içerir, içselleştirir.

Öğretmen yetiştirme işi 1980’de durdurulunca, 1996’da akıllarına gelince, ki öğretmen ihtiyacı çok çoğalmış, üniversite bitirmiş doktorları, eczacıları, baytarları, kim hangi bölümü bitirmiş olursa olsun yüz bin kişi almışlar öğretmen olarak, alan bilgisi olmayan.. Öğretmenlik bir sanattır, bir çocuğu öğretmen olmayan bir kişinin eline vermek demek, o çocuğu kötürümleştirmek, yeteneklerini sakatlamak demektir. Eğitmek yerine tamamen işe yaramaz hale getirmek demektir. Yani bu kadar kişi bize öğretmen diye getirilmiş, okullarda öğretmen diye bir şey yok..

 

- Taşımalı Eğitim Sistemi Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?

-Taşımalı eğitim bir çözüm değil. Hele ilk üç sınıf için hiç çözüm değil. Bir de birleştirilmiş sınıflar var. Örneğin beş sınıf var, yeterli öğretmen yok. 1-2-3. sınıflara bir öğretmen, 4-5. sınıflara bir öğretmen veriliyor, buna birleştirilmiş sınıf deniyor.

Bu konuda yetiştirilmiş öğretmen olmadığı için, orada o öğretmen ne yapar? Köylerde, 2 milyon 788 okulda 610 bin öğretmen var. Çift öğretim yapılıyor. Kentlerde 4639 okulda 5 milyon insan, ikili öğretim yapılıyor.. Yani öğretim diye bir şey kalmamıştır Türkiye’de. Köy Enstitüleri döneminde yapılmış bir plan vardı, 1946’da 10 yıllık bir plan yapıldı. O plana göre 1956’da Türkiye’nin her köşesinde okulu, işliği, dersliği, okul toprağı olan birer okula kavuşmuş olacaktı her yer. Plan uygulanamadı ve Türkiye bu hale düştü.

Bugünkü eğitime gelince.. Bir defa Türkiye kendi kendini yönetemez hale gelmiş, bağımsızlığımızı yitirmişiz. Bizi IMF, Amerika, Avrupa Birliği yönetiyor bizi. Ilımlı İslam olun, şunu yapın, bunu yapın diyorlar. Bugün Türkiye, Kurtuluş Savaşı öncesi, 19 Mayıs 1919 şartlarına gelmiş halde. Bundan nasıl kurtulunacak? ‘Şu Çılgın Türkleri’ okumak o özlemden geliyor, yani Türkiye bugün yeni bir kurtuluş özlemini yaşıyor. Dinci eğitime ağırlık veriliyor, Van’da bir üniversitede dünyanın gözü önünde bir facia yaşanıyor. Sivas’ta herkesin gözü önünde 33 kişi yakıldı. O 33 kişinin yakılması, Türkiye’de eğitimin ne hale geldiğini gösteriyor. Ortaçağ’da olmayan olayların yaşandığı bir dönem yaşanıyor..

-Yeniden İMC ve Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği hakkındaki düşüncelerinizi sormak isterim son olarak..?

- Köy Enstitüleri’ni konuşmak, buralardaki ilkeleri canlı tutmaya çalışmak Atatürk devrimini ve Kurtuluş Savaşı’nı iyi anlamak demektir. Bu açıdan bu dernekler, bu yayınlar o ilkeleri gündeme getirmeye, çözümün o doğrultuda olduğunu, ancak tam bağımsız, laik, ulusçu bir eğitimin Türkiye’yi kurtarabileceğini, başkalarının güdümündeki çalışmaların başkalarına yarayacağını, beyin ve emek devşireceğini, Türkiye’yi sömürge haline getireceğini gösteriyor. Bunlarla savaşmak gerek. Yani çaresizlik içerisinde olabilecek çareyi üretmeye çalışıyorlar.

-Zaman Ayırdığınız İçin Teşekkür Ederim Hocam.

-Sizler de bir fırsatınız olur edebiyatçı, öğretmen Mehmet Başaran’la tanışmak isterseniz, kitaplarından başlayın önce. Bir deryayı keşfe çıkın derim, hele hele eğitime gönül veren herkes bu geziye mutlaka çıkmalı, edebiyata ilgi duyanlar gibi…

 

Saygılarımla.

Emel Vildan Düzenli

İstasyon Sanat Galerisi - 0212 252 92 22

Emel Vildan DÜZENLİ, İstanbul Haziran.2016- eveerciyas@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ -okkesb@turkfreezone.com,

https://twitter.com/okkesb E.mail: okkesb61@gmail.com,

https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi, - okkesb@telmar.net,

Emel Vildan DÜZENLİ, İstanbul Haziran.2016- eveerciyas@gmail.com,


Diğer Haberler

  • ŞEYHİMİZ, ŞIHIMIZ ÇOK, FİLOZOFUMUZ YOK.!
  • BEYAZ KÜRTLERİN GİZLİ İKTİDARI
  • BÜYÜK YAHUDİ GÖÇÜNÜN GERÇEK HİKÂYESİ
  • 74 YILLIK FAİLİ MEÇHUL: NURİ KİLLİGİL PAŞA
  • BUGÜN GÜNLERDEN ÂŞIK VEYSEL
  • CHESTER PROJESİ, OLTADAKİ BALIK TÜRKİYE
  • BAD-EL HARAB-ÜL BASRA.! & BAD-EL HARAB-ÜL TÜRKİYE.!
  • YENİ İSRAİL DEVLETİ KARADENİZ’DE KURULUYOR.!
  • SELANİK’TE BİR EVİN HİKÂYESİ
  • ADNAN KAHVECİ HAKKINDA.!
  • TrabzonSporKlübü

    Nasa

    Kentim_İstanbul

    Doga_İcin_Sanat

    ABD_USA

    Department_State

    TelerehberCom

    Google_Blog

    Kemencemin_Sesi

    Kafkas_Music

    Horon_Hause

    Vakıf_Ay

    Dogal Hayatı_Koruma

    Seffaflık_Dernegi

    Telerehber

    Sosyal_Medya

    E-Devlet

    Türkiye Cumhuriyeti

    BACK TO TOP