MARAŞ KATLİAMINDAN SUSURLUĞA

Israr Üzerine İlk Üç Bölüm Tekmili Birden, Maraş Katliamından Susurluğa Uzanan Bir Hayat Ve Ahmet Süha, Yılmaz Bingöl Ve Şahsenem Bacı.

Paylas:
  • Facebook'da Paylaş
  • Twitter'da Paylaş

Israr Üzerine İlk Üç Bölüm Tekmili Birden

BÖLÜM 1

MARAŞ KATLİAMINDAN SUSURLUĞA UZANAN BİR HAYAT VE AHMET SÜHA

Yıl 1979 Aralık. Babam İzmir Ticaret Lisesi müdürü, Demirel yeniden başbakan, Babam Maraş Katliamının 1. yıldönümünde okulda anma ve protesto eylemi düzenleyen öğrencileri gözaltına almak isteyen polislere karşı barikat kuran öğrencilere destek verip 2 gün polisin okula girmesini engelleyince açığa alındı.

Tek geçim kaynağımız olan babamın maaşının üçte birine düşmesi ile zaten pekiyi gitmeyen evlilikte sorunlar kısa sürede çığ gibi oldu ve annemle babam 3 ay sonra boşandılar bu arada babamı da Ankara ya sürdüler.

Biz 1 kadın 3 çocuk 3 döşek birkaç tava tencere vs ile uzak bir akrabamızın Gültepe denen gecekondu mahallesindeki evine sığındık. Onlarda kalabalık 4-5 çocukları var ama evin kralları bizleriz hiç bir şey hissettirmiyorlar bize. Abim 15, ben 13, kız kardeşim 10 yaşında. Dördümüz salonda yatıyoruz.

Bir süre sonra adını hiç unutmam Tilki Ado lakaplı bir oduncunun depodan bozma bir evine taşındık. Para pul yok, ilk masrafları nasıl ödedik hatırlamıyorum bile sanırım yine eş dost imece usulü bir şeyler yaptılar. Ev dediğim 3 katlı bir binanın altında bildiğin ağzı açık depoya bir kapı yapmışlar. 5-6 metre yüksekliğinde bir tavan, dar uzun arkaya doğru uzanıyor pencere bile yok. Mutfağımız bir piknik tüpü banyomuz ise büyük bir teneke leğenden ibaret. Tuvalet ise dışarıda üzeri briketlerle kapatılmış bir delik.

Ben İzmir in Galatasaray Lisesi denen Atatürk lisesinde 1. sınıfta okuyorum çok iyi bir öğrenciyim. Abim konservatuardan yeni atılmış, kız kardeşim ise 4. Sınıfta. Tüm bu olaylar sömestr tatiline denk geldiği için okulda birkaç gün dışında bir aksamamız yok. İzmir i bilenler bilir Atatürk Lisesi, Alsancak’ta fuarın Montrö kapısının hemen karşısındadır.

Okulun ilk bir kaç gününden sonra kararımı verdim evden okula gidermiş gibi çıkıyor fuara gidip iş arıyorum. Fuardaki gazinolar fuar döneminde 1-2 ay kadar program yapar sanatçılar gelir, kışın ise çoğu çay bahçesi olarak çalışırdı. Akasyalar gazinosunun duvarında Huysuz Virjin afişinin hemen altında bir yazı : “Semaverci aranıyor.”

Girdim konuştum hemen yarın başla dediler ancak eğitimli bir lise öğrencisi olmam nedeniyle terfi ettirerek bulaşıkçı olarak işe aldılar. Çay bulaşıklarını yıkıyorum. Bardak tabak çay kaşığı, İşyerine kravatlı gelmem dalga konusu olunca içeri girmeden önce gazinonun yanındaki paraşüt kulesinin altında üzerimi değiştirmeye başladım.

Daha ilk gün bardağın tekini yıkarken fazla sıkınca kırılan bardakla elimi fena halde kestim, akşam anneme fen laboratuarında olduğunu söyledim.

İlk haftalığımla elimi kolumu doldurup eve gidip anneme durumu açıklayınca belki 2 saat durmadan ağladı. Benim okuyup önemli işler yapacağıma o kadar inanıyordu ki, belki boşanmak onu okulu bırakıp bulaşıkçılık yapmam kadar yaralamamıştı. Evin tek gelir kaynağı benim aldığım o haftalıklar oldu 7 ay boyunca.

Gazinoda yaşıtım bir çocuk daha vardı Ahmet Süha. O kadar sessiz, içine kapanık. Kısa sürede çok iyi arkadaş olduk, Süha ilk sömestr karnesi çok kötü gelince babasından korkup evden kaçmış ama başka hiçbir şey anlatmıyor. Biz iki yaralı yürek sanki birbirimize gönderilmişiz. Süha bir üst katta artık kapalı olan mutfakta yatıyormuş, bana gösterdiğinde afalladım. Büyük ocakların altındaki tüp yerinden tüpleri boşaltmış, içine gazino zamanı tahta sandalyeler için kiralanan küçük sünger yastıklardan yatak yapmış orada uyuyor, tabut gibi. Haftalığı alınca da hamama gidiyorum dedi.

1 Hafta on gün sonra güç bela ikna ettim akşam eve Süha ile gittim, anneme durumu anlattım. Annem Süha’2nın masumiyetini görünce nereye gidecekmiş ki zaten, olur mu öyle şey dedi. Ben, abim ve süha üç kişi birleştirilmiş iki döşekte annem ve kız kardeşim ise beraber uyuyorlar. Bitlendiğimizi görünce bir gece annem dördümüzün de başına gaz yağı sürdü. Yataklara girdik ama nasıl gülüyoruz ortada hiç bir şey yok birbirimizin başına saçına bakıp bakıp gülüyoruz. Belki sabaha kadar gülmekten uyuyamadık.

Üç ay böyle geçti, Süha ile 24 saat beraberiz. Çok duygusal, iyi yürekli bir çocuktu evde ortalıkta cirit atan fareleri bile öldürmemize izin vermezdi. Yolda normal yürüyemezdi ille elini boynuma atacak. Öyle sarmaş dolaş yürürdük fuar sokaklarında.

Annem sık sık kendisini Süha nın annesinin yerine koyuyor “annesi şimdi ölmüştür meraktan”  Sürekli ağzını arıyor ama Süha çok gururlu ve ağzı sıkı evlerinin mahallesini bile öğrenemedik.

En sonunda annem “sadece konuşup iyi olduğunu söyleyeceğim nerede olduğunu söylemem merak etme, iki oğlum vardı üç oldu derim gitmek istemezsen burada kalabilirsin, annene çok yazık evladım kadın perişan olmuştur” diyince çözüldü ve söyledi.

Taa Susurluk tan İzmir e kaçmış. Bir kaç telefon görüşmesinden sonra Süha da razı oldu ve babası arabayla gelip Süha’yı aldı götürdü..Ama babası halimizi görünce Süha ile beraber önce bir markete gitmiş arabayı gıda maddeleriyle tıka basa doldurmuştu .

Süha arabayı boşaltırken bana tek tek gösteriyordu. Bak bu kıyma, bak bu pastırma bunlar tavuk, 20 paket makarna aldım bilâder ağaç… Vedalaşma anını hiç unutmam ben, Süha, Babası, annem nasıl ağlıyoruz. Babası çok otoriter, sert mizaçlı bir adamdı Susurluğun en zengin ailelerinden biriymişler. Aynı zamanda Şeker fabrikası genel müdürü idi.

Süha babasının Mercedes’ine bindiğinde ön koltuktan bana ve eve bakışını hiç unutmam, bakışları ne olur bırakmayın beni, burada kalayım, burada çok mutluyum diyordu. Süha ile böyle ayrıldık.

Bir müddet sonra kurban bayramı idi. Bir akşam elinde koca bir çuvalla taksiden indi. Babası bir kurban kesip bize göndermişti. İki gün hasret giderdik tekrar döndü Susurluğa. Birkaç telefon görüşmesinden sonra bağlarımız koptu Süha ile.

Yıllar sonra İzmir den arabayla İstanbul a gidiyorum öğleden sonra Susurluğa yaklaşınca dur bir Süha’ya uğrayayım sürpriz yapayım dedim. Sora sora buldum evini, bir apartmanın 4. katı gittim kapıyı çaldım yaşlıca bir kadın ben yaşlarda başka bir kadınla açtı kapıyı annesi ve ablasıymış. Teyze merhaba dedim ben Oğuz, Süha nın arkadaşı, İzmir’den, yıllar önce Süha evden kaçıp bir müddet bizim evde kalmıştı hatırladınız mı.?

Aaa evet yavrum hatırlamaz mıyım dedi, gelsene içeri. Çok sağ olun teyzecim ben Süha ya bir sürpriz yapayım yıllar sonra dedim. Nasıl bulurum onu.? Ablası birden ağlayarak içeri doğru kaçtı. Yaşlı teyzenin dudakları titremeye başladı. Ah evladım dedi, Süha intihar etti sen bilmiyor muydun.?

Hayatımda hiç bir yerde o apartman kapısının önündeki kadar çaresiz kaldığımı kelimelerin nasıl boğazımda takıldığını hatırlamıyorum.

Susurluk tan İstanbul a devam ederken kafamda tek bir şey vardı. Süha nın arabadan o son bakışı ve yalvaran gözleri.

O gün Süha yı bırakmayacaktım.

Oğuz Bingöl - 9 Aralık 2013

 

BÖLÜM 2

12EYLÜLÜN İLK GREVİ, HUYSUZ VİRJİN, TAVLA VE KURU FASULYE

Yıl 1980 artık 14 yaşındayım. Bizimkiler boşandıktan sonra evin erkekliğine soyunmuşum. Okulu bıraktım ve İzmir Fuarındaki Akasyalar Gazinosunun çay ocağında çalışıyorum. Annem bu duruma çok üzülüyor ama yapacak bir şey yok, evin tek geliri benim aldığım haftalıklar. Yaz geldi fuar açıldı, gazino programı başladı. Assolist Hülya Koçyiğit diğerleri Barış Manço, İzzet Altınmeşe, Seyyal Taner ve Huysuz Virjin. Hülya Koçyiğit gerçekten kötü söylüyor, assolist olduğundan programın sonlarına doğru çıkıyor, seyirci yorulmuş, üstelik açılış parçası ağır bir şarkı ve bittikten sonra kimse alkışlamıyor. Ben kadının adına çok üzülüyorum, ilk birkaç günden sonra defalarca annemin konserlerine gitmiş olmanın tecrübesiyle olsa gerek bir şey yapmaya başladım. Pek müşterinin olmadığı balkona çıkıyorum duvarın arkasına saklanıp o ilk iğrenç parça bitince var gücümle alkışlıyorum. Benim başlattığım alkış bir anda bütün salona yayılıyor sonra kenardan başımı kaldırıp Hülya Koçyiğit in mutluluğuna bakıyorum.

Birkaç gün sonra açılış parçasını değiştirdiler de benim manipulasyona gerek kalmadı. Her gün Huysuz Virjin e kulise kahve götürürdüm, birgün benden köpeğini gezdirmemi istedi, tamam dedim aldım gazinonun çevresi, paraşüt kulesi falan dolaştırıp 1 saat sonra getirdim bana nerdeyse yarım haftalığım kadar bir bahşiş verdi ve her akşam program sırasında tekrarlamamı istedi.

Ben dedi Atalay la (Akasyalar gazinosu sahibi Atalay Noyaner ) konuşurum sen merak etme. Her gece 10 civarları Huysuz sahneye çıkıyor ben ise tura. Köpeğini sadece bana teslim ediyor, elinden alıyor ve yine kendisine teslim ediyorum, bahşiş sırasında her seferinde bir para arama telaşı oluyor, bazen cüzdanını bulamıyor, bazen yanında birisi oluyor bekletiyor, bazen orkestradakilerden istiyor, o durumda beklerken çok utanıyorum. Birkaç sefer daha olduktan sonra bir gün köpeği verdim ve parayı beklemeden arkamı dönüp gittim. Ertesi gün akşam saatlerinde birisi geldi çay ocağına, arka taraftan Oğuz u arıyorum diye sesini duydum kalktım gittim ama köpek olmasa hayatta tanıyamam. Huysuz Virjini normal elbiselerle ve makyajsız ilk defa görüyordum. Akşam unutmuşum evladım kusura bakma dedi ve paramı uzattı. Bu durum tüm program süresince yaklaşık 1 ay devam etti. Yıllar sonra düşündüğümde bu harçlığın bana köpek gezdirme bahanesi ile yapılmış estetik ve empati dolu bir yardım olduğunu düşünmüşümdür hep.

İşten gece 3 civarları ayrılıyorum. Fuar zamanı vasıta derdi yok, Basmane kapısından çıkıp Gültepe dolmuşlarına biniyor ve dolmuştan inip yıllar sonra tekrar gördüğümde hiçte uzun bulmadığım ama o zamanlar bana kilometrelerce gibi gelen karanlık uzun bir yokuş tırmanıyorum eve varmak için. 11 Eylül gecesi aynı şekilde işten çıktım Basmane ye geldiğimde her yer askeri kamyonlar ve askerlerle doluydu ne olduğunu anlayamadım.

Dolmuştaki konuşmalardan öğrendim darbe olduğunu, herkes mutluydu. Eve gidince annemi uyandırdım ve darbe olduğunu söyledim hep beraber radyoyu açıp bildirileri dinlediğimizi ve içimizi bir umut kapladığını annemin sevindiğini hatırlıyorum. Kenan Evren i Ecevit genelkurmay başkanı yaptı demişti. Ecevit in de tutuklanmasının bir formalite olduğunu hemen bırakılacağını sanıyorduk. Ne suçu vardı ki Karaoğlan ın ? Emin değilim ama sanırım birkaç gün sokağa çıkma yasağı vardı. Sonra tekrar işe gittim. Gazino programı sonlandırılmıştı. Sahneler ve ışıklar sökülüyordu. Bir hafta sonra çalışanların çoğu işten çıkarıldı, ben de öyle. Ancak patron Atalay Noyaner in yeğeni Aykut Bey diye birisi vardı bana sen gitme bir hafta daha çalış ortalığı toplamaya yardım edersin dedi.

Yıllardır kışları da çalışan çekirdek bir kadro vardı, sadece fuar zamanı çalışan herkes gidip bu kadro kalınca her şeyin bambaşka olduğunu hissettim, bir sakinlik bir huzur, herkes bir aile gibiydi. Benim de hoşuma gitti. Patronlar yok sadece şefler var. Sandalyeler, masalar toplanıyor masa örtüleri yıkanıyor, binlerce tabak çatal kaşık depolara kaldırılıyor öyle bir temizlik işte. Bir hafta çalıştım, cumartesi günü muhasebeye gittim haftalığımı almaya. Muhasebeci, ne haftalığı dedi bu hafta sana ödeme yok. Seni geçen hafta çıkarttık ya. Abi, Aykut Bey bana böyle söylemedi ama isterseniz kendisine sorun dedim, Aykut Bey yazlığa gitti bir ay gelmez dedi. Dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım, kaç gündür dolmuş parası veriyorum onu verin bari dedim, adam kızdı ve beni yaka paça dışarı çıkarttı. Nasıl kızgınım, sinirimden ağlıyorum, içimi hırs kapladı. Tam o öğlen sezon sonu diye bir kurban kesilmiş, akşam parçalayıp kalan personele dağıtacaklar. Üst katta büyük bir mutfak var kışın depo olarak kullanılıyor. Sahne malzemeleri, spot ışıkları, mikrofonlar ve diğer değerli eşyaları, aksesuarları falan oraya koyuyorlar. Kurbanın derisini yüzmüş oradaki büyük buzdolabına koymuşlardı. Yukarı çıktım mutfağın çok sağlam demir bir kapısı var onu içeriden kilitledim ve kimseye kapıyı açmıyorum. 1 saat sonra başta muhasebeci olmak üzere herkes kapıya birikti. Onlar dışarıdan bağırıyor ben içerden, küfürler tehditler havada uçuşuyor. Haftalığımı almadan buradan çıkmam 1 hafta çalıştım ben , e tamam çıkma kurbanı ver bari, hayır onu da vermem haftalığımı vermezseniz kurbanı da unutun..12 Eylül darbesinin belki ilk grevidir bu. Hemen paramı verirler sanmıştım ama tam 4 gün çıkamadım oradan. Buzdolabında kurban dışında kazandibi ve keşkül yaparken kullanıldığını sandığım bir kova yoğurt ve çuvallarla şeker var . Hergün şekerli yoğurt yiyorum. İçeriden hiç çıkmıyorum ya nasıl da canım sıkılıyor. Bir gece yarısı sahnede sanatçıları takip ederken kullanılan takip spotunu fişe taktım, çok güçlü bir ışık, mutfağın yukarıdaki penceresine çıktım sağa sola tutup eğleniyorum. Paraşüt kulesi hemen dibimizde onu aydınlattım, caddelere tuttum falan derken sıkıyönetim zamanı tabi, 10 dakikaya kalmadı gazinonun çevresine 3-4 tane polis arabası geldi.

Hemen kapatıp duvarın dibine çöktüm. Polisler sağa sola koşuşturuyorlar. Çay ocağında çalışan Mehmet Bozkurt isimli birisi var adını hiç unutmam çünkü soyunma dolabının üzerine beyaz boyayla kocaman adını yazmıştı, o da geceleri gazinoda kalırdı. Bir akşam tüpü değiştirmem istenince tüplerin konduğu küçük odaya girdiğimde onu o büyük sanayi tipi tüplerin dibine çökmüş esrar içerken yakalamıştım hemen kapıyı kapatmamı söyledi ve yanına oturttu beni, onun ısrarlarıyla hayatımdaki ilk esrarı orada içtim dakikalarca başımın döndüğünü hatırlıyorum. Neyse uzatmayayım gelen polislerle o konuştu; yok abi biz yapmadık öyle bir şey, başka bir yerdendir diyordu. Polisler biraz daha sağa sola bakıp gittikten sonra yukarı geldi, benim yaptığımı anlamıştı. Ne yapıyon oğlum manyak mısın nesin, başımızı belaya koyacan dedi. Sadece o gece kapıyı açıp aşağı indim kendime bir salata yaptım ekmekle onu yedim, ekmeği bu kadar özleyebileceğimi bilmezdim ve tekrar yukarı çıkıp uyudum. 4. Günün sabahı çay ocağının ustabaşı paramı getirdi ve kapıyı açtım, Mehmet Bozkurt un bana Oğuz helal olsun söke söke aldın dediğini hatırlıyorum.

 Bir hafta kadar evdeydim bir yandan aklım okulda, gazinoda çalışırken tam okul paydos saatinde koştura koştura gidip sınıf arkadaşlarımı gördüğümü hatırlıyorum. Okulum Atatürk Lisesi fuarın Montrö kapısının hemen karşısında idi. Onlarla otobüse kadar sohbet eder onları otobüse bindirir tekrar koşa koşa işe dönerdim. Bir hafta evde boş kaldıktan sonra başka bir iş buldum mahalleden birileri Isparta Eğirdir de büyük bir soğuk hava deposunun izolasyon işine adam arıyorlar. Atladık otobüse gittik. Büyük afişler büyüklüğünde köpük tuğlalar var önce bir ateş yakıp zift tenekelerini ateşin üzerinde kaynatıyoruz sonra o ziftleri köpüklere sürüp deponun iç duvarlarına yapıştırıyoruz. Bu işi yapan 3 usta var onlar binanın içinde merdivenlerde çalışıyorlar benim görevim ise onlara bahçede kaynattığım zift tenekelerini taşımak. En pis en tehlikeli iştir. Kaynayan zift belki 300-400 dereceye ulaşıyor zift tenekesini ateşin üzerinden alıp merdivendeki adama kadar götürüyorum. Boyum 180 civarları ama kilom an fazla 55-60 kürdan gibi bir şeyim yani, çok yoruluyorum. Arada bazen tenekeyi yere koyup dinlendiğimde bağırıyorlar , ”zifti dondurdun lan dört göz, adam gibi çalış”. Ayak ve ellerimde hala o günlerden kalma onlarca yanık izi durur. Üzerine zift damladığında hemen üstüne tükürmen gerekirdi soğutmak için, ama bu sadece küçük damlalarda işe yarardı. Büyük olanlar kocaman bir deri parçasıyla beraber ayrılırdı senden. Çalışanların hepsi akrabaydı, kardeş amca çocuğu falan bir ben yabancı. Bir gün hatırlamadığım bir nedenle kavga ettim kürekle üzerime saldırdılar bende elime geçirdiğim bir kapı sapıyla iki tanesinin kafasını çok kötü yaraladım, bütün iş durdu 5 - 6 kişi beni kovalamaya başladılar ama beni koşarak yakalama imkânları yok. Elma bahçelerinin arasında belki 1-2 saat sürdü kovalamaca vazgeçmiyorlar da. En sonunda hava karardı ve bir samanlık bulup içine girdim samanların üzerine uzandım ama bütün gece samanlıktaki hışırtıların korkusundan uyuyamadım, alt tarafta haşır huşur sürekli bir şeyler dolaşıyor ama zifiri karanlık hiçbir şey göremiyorum, sabahı zor ettim. Sabah kalktım yola çıktım, çantam cüzdanım her şey orada kaldı tabi, üst baş leş gibi, ayağımda paramparça eski bir ayakkabı. Otostopla önce Eğirdir’e gittim orada birkaç otobüs şoförüne abi param yok beni İzmir e götürür müsün diye rica ettim en sonunda birisi git arka beşliye otur dedi. Yolda sağ olsun bir de yemek ısmarladılar bana mola yerinde. Öylece İzmir e indim ama benim kavga haberi benden önce gelmiş, mahallede yürürken tedirgin oluyorum. Bir sürü akrabaları var şimdi birisi önümü kesecek diye sürekli tetikteyim. Birkaç gün sonra kafası sargılar içinde kavga ettiklerimden birisiyle karşılaştım o da geri gelmiş. O benden korktu ben ondan, hiç bir şey konuşmadan geçtik gittik.

Bu arada annem Gültepe nin efsane belediye başkanı Aydın Erten in yardımlarıyla belediyede işe başlamıştı. Eve asgari de olsa para girmeye başlayınca çok rahatladık. Ben de o sıralar tavlaya merak salmışım arkadaşlarımdan birisinin tavlası var sürekli onlara gidiyorum tavla oynamaya. Kavga ettiğim adamların annesiyle annem arkadaştı, bu yüzden içimde bir umut, belki Eğirdir de içeride kalan 20 günlük paramı verirler. Utana sıkıla anneme dedim ki “anne eğer içeride kalan paramı verirlerse bana bir tavla alır mısın.? Annem sana aybaşında bir tavla alırım ama bir şartım var okula tekrar geri döneceksin dedi. Aybaşında Kemeraltı ndan alınan her yeri işlemeli küçük bir tavla ile tekrar okula döndüm.

Atatürk Lisesi zor orada yapamazsın dediler tasdiknamemi alıp başka bir okula gittim ve sınavlarda tüm derslerimi verip okula geri döndüm. Ancak Atatürk lisesine beni geri almadılar. Yıllardır bu haksızlığı hiç unutmam. Herkes biliyordu hikâyemi, vicdan, hoşgörü sahibi birini bulamadık. Biz de gidip Hemen yakınında olan ama aralarında dağlar kadar fark bulunan Namık Kemal Lisesine kaydolduk.

Namık Kemal de beni sınıfta kalmış, kötü bir öğrenci olarak değerlendirip, çift dikiş giden, disiplin cezası alan öğrencilerin toplandığı 2 EDB K sınıfına verdiler. Okulun en sonunda iki tuvaletin arasında bir odası vardı. Hiçbir zaman süper bir öğrenci değildim ama 2EDB K nın en çalışkanı ilan edildiğimde karnemde 2 zayıf vardı. Sınıfta ders dinlemek mümkün değildi sürekli bir bağrış çağırış durumları vardı, boyumdan dolayı en arkada oturduğumdan hiçbir dersten bir şey anlayamıyordum. Ama en iyi okul arkadaşlarımdan üçü ile orada tanıştım. Attila, Turgay ve Tamer. Dördümüzde varlıklı aile çocuklarıydık Tamer in babası üç tekerlekli bir bisiklette çakmak gazı dolduruyor ve Kahramanlarda iki odalı bir gecekonduda oturuyorlardı. Aşağıdaki fotograf onların kapısının önünde çekilmişti. Turgay’ın babası at arabası ile manavlık yapıyordu ve o da Kadifekale de bir gecekonduda oturuyordu. İçimizde en iyi durumda olan Attila idi Babası Garanti Bankasında çalışıyordu ancak oturdukları ev, yaşamları bizlerden hiç farklı değildi.

Sabahçıydık, bir öğlen dördümüz okuldan çıktık önce fuara girdik fuarda birkaç saat eğlendik, sürttük sonra oradan Kemeraltı’na girdik. Hepimiz 15-16 yaşlarındayız karnımız nasıl acıkmış öleceğiz sanki açlıktan Havra Sokağı bilenler bilir orada bir esnaf lokantası ve önündeki tabelada yemek listesi. Herkes cebindeki paraları bana verdi topladık tek kuruş artmadan tam 4 tane kuru fasulye yiyebiliyoruz. O zamanlar kuru fasulye gariban yemeği idi fiyatı çorbadan pek farklı değildi. Girdik içeri oturduk fasulyeleri söyledik. Uzun uzun masalar, ortada kovalarla ekmekler, alüminyum kapaklı şişe suları. Biz ekmeklerle giriştik fasulyeye 3 dakikada bir yeni bir kova ekmek geliyor. Bir ara ekmeği fazla kaçırınca lokma boğazıma düğümlendi. Önümde dışı buğulu buz gibi su şişeleri duruyor. Yanımdaki Attila ya sessizce “olum su içmem lazım göğsüme takıldı lan” diyince Attila manyak mısın sakın içme, para yok dedi. Öylece yutkuna yutkuna yemeğimi bitirdim. Yemek bitti kalktım kasaya yaklaştım avucumda bir avuç bozuk para ile. Bilmiyormuş sanki gibi sordum “abi bizim hesap ne kadar?” Adam şöyle bir gülümsedi “delikanlı sizin hesap ödendi” dedi. Nasıl yani.? Nasıl ödendi abi ? Valla bilmiyorum dedi sizin masada oturan bir beyefendi vardı, o şu gençlerin hesabını da al buradan dedi ve sizin bütün hesabı ödedi gitti. Adam bizim su muhabbetini duymuş ve hesabı ödeyip bize bile söylemeden çekip gitmişti. Lokantanın kapısında bir süre avucumdaki paralarla bekledim. Herkes parasını geri istiyor ama sıkı sıkı sarılmışım paraya vermiyorum kimseye. Bana doğru her bakanı, bize doğru her geleni o adam sanıyordum. Ancak gelen vardı ne de bilen. O elimizde kalan paralarla biraz ilerideki turşucuya gidip birer ikişer bardak turşu yedik ve dağıldık.

Aradan onca zaman geçti birçok ihtiyacı olduğuna inandığım insana yemekler yedirdim, hesaplarını ödedim ama bu 4 kuru fasulye ödenmemiş ağır bir borç gibi hala omuzlarımda durur.

Oğuz Bingöl -  6.8.2014 -  Krefeld

 

BÖLÜM 3

YILMAZ BİNGÖL VE ŞAHSENEM BACI.

Yıl 1982, İzmir Namık Kemal lisesinde üçüncü sınıfa geçtim. Bizimkiler ayrılalı 2 yıl olmuş ancak bu ayrılık çok kırıcı dökücü oldu. Babam daha 6 ay dolmadan Ankara da tanıştığı bir kadınla yaşamaya başladı, yorumlar gırla. Bu ilişki önceden de zaten varmış, bir sürü şeyi buna bahane etmiş, halam tanıştırmış aracı olmuş vs vs. Babamla ara sıra telefonlaşıyoruz 1-2 ayda bir İzmir’e geliyor. Tüm çocuklar bir intikam silahı haline gelmişiz. Karşılıklı ağıza alınmayacak hakaretler ediliyor, biz çocukların hiç hatırlamadığımız eski defterler açılıyor. Arada perişanız. Tek bir amaç "bizleri saflarına çekmek " uğruna akıl ve mantığın kaybolduğu zamanlar.

Önce annemle babamı anlatmam gerek biraz. Nasıl insanlardı, neler yaşamış, böylesine patlamaya hazır iki bomba haline nasıl gelmişlerdi.?

ANNEM, ŞAHSENEM BACI

Kars –Sarıkamış 1950 ler. Baskıdan, zulümden artık kaçacak bir yer kalmayınca Allahuekber dağlarının eteklerinde meşhur Sarıkamış ormanlarının içine saklanmış 3 Alevi köyünden Boyalı. Annem ölen ilk 7 çocuktan sonra yaşamayı başaran, hayatta kalan iki kardeşten biri. Bir de 5 yaş büyük bir abisi var. Yani mücadele ve direnç konusunda doğuştan bir yeteneği var sayılır. Tabi ki ölen 7 evladın acısının ardından aileye umut, mutluluk kapısı olmuş değerli bir çocuk, bir şey olur korkusuyla ömür boyu üzerine titrenmiş. Özellikle dayım astsubay okuluna gidip evde tek kaldıktan sonra. Köy koşullarına göre halleri vakitleri yerinde oraların deyimiyle toprak, mallar davarlar çokmuş. Küçük yaşta müziğe merak salmış, sazım olmadan önce süpürge saplarına ip bağlar saz gibi çalardım diyor. Erkek gibi büyümüş, özellikle dayım bir izine geldiğinde yağan kardan dolayı atını köyde bırakmak zorunda kalıp ordu malı o dünya güzeli ata annem binip o düzlükteki köylerde dolaşmaya başladığında bütün o civarın diline düşmüş. 1950 lerin Sarıkamışı nı bir düşünün, 15-16 yaşlarında erkek gibi ata binip yaylalarda gezen, dünya güzeli, uzun boylu, yanık sesli, saz çalıp türkü söyleyen, hiç kimseye eyvallahı olmayan genç bir kız. O civarda okuma yazma bilen, mektupları okuyan, devletle ilgili tüm işlerde yardımı istenen 2-3 kadından biri. Bütün kuşak arkadaşları efsane gibi annemi anlatır. Ne kadar delikanlı var ise anneme aşık. Herkes Şahsenem’i gelin etme hayalleri kuruyor. Bir yandan ise saz çalıp türkü söylediğinden ayıplamalar, dedikodular, hocaya, doktora gösterme önerileri havada uçuşuyor. Türkiye nin ilk kadın ozanıdır annem. Değeri bilinmedi diyeceğim ama kimin değeri oldu ki bu memlekette anneme yanayım. Köyün gençleri, erkekleriyle tiyatrolar oynuyor, akşamları erkek kılığına girip komşu kadınlara saldırıyor. Şaka yapmadığı, diline dolayıp türküsünü yazmadığı, lakap takmadığı adam nerdeyse yok. Bir tanesinde akşam karanlığında elinde su kovası ile dereden evine dönen bir kadın anlatıyor. “Güzün hava alaca karanlık tam bir ağacın yanından geçiyorum herifin biri üstüme atladı, beni ağacın altına yatırdı ağzımı kapattı oramı buramı açmaya çalışıyor yav bağırmasam namus elden gidecek, e bağırsam öylede yakışıklı, yağız bir delikanlı. Öylecene arada kaldım. Biraz sonra kasketi bir çıkardı saçlarını döktü ki bizim Şahsenem miş kız nasıl gülüyor, hevesim kursağımda kaldı. “ .

Annem son derece mutlu, özgür bir çocukluk geçirmiş, farklı düşünmeyi, kalbinin sesini dinlemeyi bilen cesur bir kadın. Tekrar mutluluğu yakalaması için 30 yıl beklemesi gerektiğini o yaşlarda henüz bilmiyor.

BABAM, YILMAZ BİNGÖL.

Kars Selim- Aşağı Kotanlı köyünden gariban bir çiftçinin oğlu, ama zehir gibi zeki. Çok iyi bir öğrenci, matematikte öğretmenimden daha iyiydim diye anlatıyor ilkokul yıllarını. İlkokuldan sonra girdiği Kuleli Askeri Lisesi sınavını doğudaki onlarca şehir içinden, üstelik taa Kars- Selim in bir köy ilkokulundan kazanan tek çocuk. Askeri üniforma ile izinlere geliyor. Ben sevmiyordum ama babam ille her yerde üniformayla dolaşmamı isterdi diye anlatıyor.

Çevrede büyük bir forsu var sadece ailesi değil tüm çevre köyler babamla gurur duyuyorlar. O zamanlar subay olmak, askeri lisede, Harp okulunda okumak büyük saygı duyulan, herkesin imrendiği bir şey. Kaymakam gibi havası vardı babanın diye anlatıyorlar. Babam evin büyük oğlu bir erkek bir de kız kardeşi var. Askeri lise bitiyor ve babam Ankara da Kara Harp okuluna başlıyor. Okulda da liderlik vasıfları devam ediyor. Kara Harp Okulu atletizm takım kaptanı. 800-1500 ve 3000 metreler ve matematikte okul birincisi. Bu arada dedemlerde babama gelin aramaya başlıyor. E işte gel zaman git zaman birçok aracılar vs derken babama yukarı köylerin yaylalarından güzelliği dillere destan Şahsenem den bahsediyorlar. Böyle böyle çok güzel bir kız, yabancı değil, uzun boylu, belki senden uzundur, okuması var, at biniyor tarlada evde çalışıyor, yalnız bir kusuru var; âşık mı olmuş ne, saz çalıp türkü söylüyormuş bazen ortalık yerde, ama kulağını çekeriz sen merak etme. Gerçi belki seni bile beğenmez biraz sivri dilli.

Annem ve babam ilk görüşte âşık oluyorlar birbirlerine. O dokuz ay kar kalkmayan, elektriğin, suyun yolun olmadığı çorak topraklarda umut oluyorlar birbirlerine güzel günler adına ve ardından dedem izin vermeyince kaçıyorlar yıl 1962 Kasım.

Annem Ankara da Saime Kadın isimli gecekondu mahallesinde babamların bir akrabasının evinde kalıyor. Kara Harp Okulunda okuyan babamla sadece hafta sonları evci izni sırasında görüşüyorlar. Harp Okulu öğrencilerinin evlenmesi yasak olduğundan nikâh yapamıyorlar.

Yıl 1963 Mayıs. Bu sırada Ankara da 1960 ihtilalının hesaplaşmaları başlamış, görevden alınan, sürülen subaylar ve bu durumdan rahatsız olan son yılların popüler deyimi ile “Genç Subaylar”. Bir devrim gibi gördükleri ve bence de çıkarılan yasaları incelediğimizde haklı bir yakıştırma olduğunu düşündüğüm 60 ihtilalının tasfiye edilmesinden hoşlanmayan subaylardan Kara Harp Okulu komutanı Talat Aydemirin 1459 öğrenci ile başlatmaya çalıştığı direniş.

Yarı yolda bırakmalar, çark edenler, yanlış anlaşılmalar v.b. çeşitli nedenlerle diğer birliklere yansımıyor ve başarılı olamıyor, Babam Hükümet tarafından olayı bastırmak adına okul komutanı Talat Aydemir in yerine atanan ( daha sonra genelkurmay başkanı olacak olan) Semih Sancarı görevi devralmaya geldiği Kara Harp okulu nizamiyesinde tutuklayan öğrenci ekibinde.

Bir selam çaktık ve “ komutanım sizi okul komutanımız Talat Aydemirin emriyle tutukluyoruz dedik” diyor. Hiç ses çıkarmadı araca bindirip karargâha götürdük nezarethaneye koyduk diye anlatıyor. Gerçi bir saat sonra bırakıp geri gönderiyorlar. 20-21 Mayıs 1963 te olan olayların ardından uzun pazarlıklar sonucu öğrenciler ve okul teslim oluyor. Talat Aydemir teslim olmak için hiçbir öğrencisinin yargılanmayacağına dair teminat istiyor. Silahları bıraktık, bölükler halinde Harp okulu marşını söyleyerek teslim olduk diye anlatıyor babam.

 

Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,

Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız,

Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,

Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız.

 

Tutuklanan okul komutanı Talat Aydemir ve arkadaşı Fethi Gürcan 2-3 aylık bir yargılamanın ardından maalesef idam edilir. Babamın da aralarında bulunduğu 1459 Harp Okulu öğrencisi ise yargılanmayıp ordudan atılır. Son yıllarda Kuvvet komutanlarının Genelkurmay başkanlarının 1 -2 yıl görev yapıp emekliye ayrılmalarının nedeni bu olay sonucunda 3 yıl boyunca Harp okulunun mezun verememiş olmasından kaynaklanmıştır. Birkaç ay sonra bir yasa çıkarılıyor ve ortada kalmış bu hepsi birbirinden değerli 1459 öğrenciye sınavsız –sorgusuz sualsiz istedikleri üniversitenin diledikleri bölümüne kaydolma hakkı tanınıyor. İster tıp ister hukuk ne dilersen. Ancak babam köylü çocuğu, elde yok avuçta yok, evli ve 4-5 yıl daha okuyabilmesi imkânsız o nedenle sadece 8 aylık bir ek eğitimle mezun eden Çapa Eğitim Fakültesini seçip İstanbul a gidiyorlar. Kısaca henüz 21 yaşında bütün çocukluk hayalleri, ailesinin beklentileri teğmen olarak çıkmasına 3 ay kala yıkılmış, devrim hayalleri kuran, Atatürkçü, genç, idealist bir adam. Devam edecek..

Oğuz Bingöl -  6.8.2014 -  Krefeld

 

 

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Kasım.2014 - okkesb@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ - okkesb@turkfreezone.com,

https://twitter.com/okkesb E.mail: okkesb61@gmail.com,

https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi,

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Kasım.2014 - okkesb@gmail.com,

Diğer Haberler

  • CUMHURİYET KURTARILMAYI BEKLİYOR.!
  • İBN-İ HALDUN: 1332 - 1406
  • GEÇERKEN UĞRADIM; Özler Aykan Röportajı
  • BU; MİLLETİNE ÂŞIK BİR ADAMIN HİKÂYESİDİR.!
  • #BEN #MARİA #SUPHİ* OCAK.2021’de #KİTAPÇILARDA
  • *ERDOĞAN YARGILANSIN, CEZASIZ KURTULMASIN*
  • KAÇIŞ 1950 & İHSAN TAŞ
  • SABAH ALMANYA MUHABİRİ TÜRKİYE'Yİ TEHDİT ETTİ
  • ÜLKÜ TAMER'İN ARDINDAN
  • TÜRKİYE KISKAÇTA, AMBARGO BAŞLADI.!
  • TrabzonSporKlübü

    Nasa

    Kentim_İstanbul

    Doga_İcin_Sanat

    ABD_USA

    Department_State

    TelerehberCom

    Google_Blog

    Kemencemin_Sesi

    Kafkas_Music

    Horon_Hause

    Vakıf_Ay

    Dogal Hayatı_Koruma

    Seffaflık_Dernegi

    Telerehber

    Sosyal_Medya

    E-Devlet

    Türkiye Cumhuriyeti

    BACK TO TOP