ERZURUM’UN BUTCH VE SUNDANCE’İ

Çocukluk Günlerimizdeki Butch ve Sundance Hayallerimiz Nedeniyle Başımıza Gelenler

Paylas:
  • Facebook'da Paylaş
  • Twitter'da Paylaş

ERZURUM’UN BUTCH VE SUNDANCE’İ

Çocukluk Günlerimizdeki Butch ve Sundance Hayallerimiz Nedeniyle Başımıza Gelenler

Gazeteci dostum, güzel hemşerim Tan Morgül'ün bugün yazdığı bir nottan...

Eminim sektirmeden iki saniyede okuyacak ve niye yazdığını anlayacaksınız...

Kendisinden izin almadım. Gazeteci herif ve sanal âleme atıvermiş yazısını, ruh dünyasını mahreç göstererek buraya aktarıyorum...

Biraz lafa giresim geldi, konu Selahaddin'e oy vermek (Demirtaş değil ama), ama mevzu bayaa bir enteresan... Dinleyiverin hele.!

Konuyla hiç alakası yok gibi gözüküyor ama: 79 veya 80 yılıydı galiba, garip bir şekilde çok iyi hatırlıyorum. Erzurum’da yaşıyorduk, DSİ sitesinde. Yaza yakın bir zamandı. Belki de o yüzden hatırlıyorum...

Zira Erzurum’da yaşıyorsan kışları değil yazları hatırlarsın. Kısadır; her türlü telaşlı çocuk keyfini sokağa sığdırmaya çalışırsın... Yazdı kesin; çünkü şort giyiyordum, ayağımda Esem’lerim vardı.

Nedense top oynamıyorduk, demek ki takımı kuracak kadar çocuk bulamamışız; Kuran kursunda mıydı acaba çocuklar.? Yooo, orda olsalardı, benle Mustafa da orada olurduk. Mustafa benim en yakın arkadaşımdı. Takımları her seferinde beraber seçerdik; en iyi ikimiz oynardık çünkü bir de çok yakındık ama mecburen karşı takımlarda olurduk... Maç keyfi için, kendi keyfimizi heba ederdik. Yapacak bir şey yoktu, çocuktuk ve iyi bir maç için, iyi takım kurulması lazımdı.

O yazın öğle vaktinde ‘dışarı’da kimse yoktu, ikimizden başka... Takım kuramıyorduk, top oynayamazdık, ama beraberdik ve dünya çok eğlenceliydi... Dışarısı diyorum, çünkü sitede büyüyen çocuklar için, ‘sokak’ yoktur, dışarısı vardır ve o dışarısı kapalı, korunaklı bir dışarıdır. Çünkü memur sitesinin mütevazı duvarları ile çevrilidir. Memur sitesi olduğu için olsa gerek zamane nizamiyelerine de benzemez, birçok yerinden açık verir... İyi bir Pal Sokağı organizasyonu ile kaçabilirsiniz yani. Neyse konumuz bu değil...

Az sonra Mustafa’yla iki ‘kovboy, sitenin sanayi kısmına sızacaktık... Planı yapmıştık... Çocuklara yasaktı, ama sırf bu nedenden de çok zevkliydi. Diğer çocukları ikna edemeyeceğimiz için, iki kişi olmanın gazı da vardı üstümüzde. Kovboy dedim, onu da garip bir şekilde hatırlıyorum. Şimdi Google yaptım da filmi buldum.

Zaten o yaşta da sadece filmi hatırlıyorduk, isim misin nerdee...

Butch Cassidy and The Sundance Kid filmiymiş. Hani Paul Newman ve Robert Redford’un oynadığı.... İkimiz de filmi izlemişiz, sanayinin hemen sınırındaki çimlere uzanmış, sert bir Erzurum güneşinin altında hayaller kuruyorduk. Ben Paul Newman o Robert Redford’du. Az sonra çok büyük işler yapacaktık... Ama önce biraz geri gitmemiz gerek...

Bir kaç ay önce, sitenin özel otobüsü, bir çocuğu ezmişti, çocuk çok ufaktı ve üç tekerlekli bisiklete biniyordu. Şoför arka arka gelirken görmemiş onu... Hemen ölmüştü, arkadaşımız Göksel görmüştü, biz görmedik. Film gibiydi diyordu, bize çok bir şey ifade etmemişti, belki de iyi anlatamamıştı...

İsmini hatırlamıyorum. Aslında uzun zaman unutamamıştım, bir dönemdir düşünüyorum ve bir türlü hatırlayamıyorum, aslında bir vakittir, bazı şeyleri hatırlamakta zorlanıyorum, Google da yapamıyorum...

Demek yıllar bazı acıları alıyor ruhtan, ileriye daha hazır olmak için herhalde...

Annem ağlayıp duruyordu; muhtemelen aklına biz düşüyorduk, iki tane oğlu vardı çünkü biri 6 diğeri 5 yaşında. Ama o ölü çocuk 3 yaşındaydı, o yüzden üç tekerlekliye biniyordu, biz iki tekerleğe geçmiştik, ama sadece geçmiştik, bisikletimiz hala yoktu. Memur çocuğuyduk zira... Bir de annem çocuğun annesini tanıyordu. Onu ağlarken görmüştü hep. Annem de çok gençti o zaman. 30 yaşındaymış, şimdiki benden 11 yaş küçük. Anneye bak yahu, küçücük...

Annem ağlayınca hep kötü olurdum. Ona iyi gelsin diye, hiç ağlayacağım yoksa bile, aklıma anneme bir şey olduğunu getirirdim, ağlamak için... Annemle beraber ağlamak için, annemin başına bir şey gelme düşüncesi, çok acayipmiş. Ama mutlu ve yaramaz bir çocuktum, kolay kolay moralim bozulmazdı. Babam da bizi hiç ağlatmazdı, bu yüzden çok güçlü bir nedene ihtiyacım vardı ağlamak için. Hem annem ağlıyordu o sırada, bir şey yapmadan duramazdım...

Mustafa’yla o çocuğu konuştuk... 6 yaşındaydık, Mustafa “Onun yerine de hayal kurmak zorundayız, sonra da gider annesine söyleriz, belki daha az ağlar o zaman” dedi. Bana garip geldi, “Olmaz yapamayız” dedim “Biz sadece kendi hayallerimizi kurabiliriz, başkası yerine hayal kuramayız, ama başka bir şey yapabiliriz ve hayatımız boyunca, o yaptığımızı hatırlayınca o çocuk gelir aklımıza, hem de o zaman bizim annemiz belki daha az ağlar" dedim. Çünkü anneler ölü çocukların hayallerine çok ağlarlar... “Kabul” dedi. O çocuğun annesinden ziyade, kendi annemizin daha az ağlaması işimize gelmişti’.

Diyorum ya 6 yaşında çocuklardık, ve annelerimizin ağlamasını istemiyorduk...

Sanayide sıra sıra duran vinçler vardı. O gün iş günü olmasına rağmen, ortalıkta çalışan yoktu; Mustafa’yla, tellere tırmanıp karşıya geçtik, merdivenlerden sürünerek indik. Arada birbirimize, Butch ve Sundance Kid diye seslendik. Tabi beceremedik muhtemelen, zordu o yaşlarda böyle İngilizce kelimeler... Belimize babalarımızın koca kemerlerini (büyük olduğu için kovboy kemeri gibi yana yatıyordu) takıp içine tahta silahlarımızı da sokmuştuk. Çok güvende hissediyorduk kendimizi. Yavaş yavaş vinç bölgesine sızdık, her birine tırmanıp, hangisinin üzerinde anahtar var diye kontrol ettik. İkisinde anahtar vardı. Muhtemelen öğlen arasıydı. Ve her seferinde yaptıkları gibi anahtarı yanlarına almayan iki işçi çıkmıştı. Biraz daha büyük olanın seçtik. 6 yaşındaydık, pek küçüktük, herhangi bir aracı ancak beraber kullanabilirdik.

Mustafa anahtarı çalıştırdı, ben en sevdiğim işi yapıp, vitesle oynadım. Ama ses var, hareket yoktu, sonra aşağıda duran pedallara bastık, daha doğrusu basamadık, çok sertlerdi. Sonra ikimiz bastık, vinç gürültüyle hareket etti, önce yandaki vince çarptı, çok korktuk. Ama hayal kurmuştuk devam edecektik, Mustafa direksiyonu kontrol ederken ben gaz pedalına iki elimle basıyordum. Vinç seri şekilde ileri atıldı, Mustafa koltuktan düştü, neredeyse araçtan düşüyordu, bense hala gaza basıyordum.

“Yeter basma” dedi Mustafa, “düşecez” dedi Ben “Vinçler düşmez, oğlum saçmalama” dedim. Ama “ben korktum artık, hem hayalimiz oldu bence” dedi. Bana ise sanki daha olmamış gibi geliyordu, ama ben de korkmuştum...

Basmaya devam ettim ve vinç yine acayip sesler çıkararak karşındaki direğe çarpıp durdu. Bir bekçi düdüğü çaldı, sonra işçi amcalar koşturmaya başladı. Vinçten atlayıp kaçmaya durduk.

Merdivenlerde Mustafa düştü, bir işçi amca onu yakaladı. Ben ise o sırada tellere tırmanmaya başlamıştım. Mustafa, Butch diye bağırdı. Telden geri atladım. Silahımı çekip, işçi amcaya doğru koştum. İkimizi de yakaladılar ve babalarımızı çağırdılar. Sevinçliydik, çünkü bizi öldürmemişlerdi. Erzurum’un Butch ve Sundance’i her şeye rağmen yaşıyordu...

Neden Selahaddin’e oy vereceğim diye düşünürken, aklıma hep böyle masum ama yaramaz çocukluk hikâyeleri getirmeye çalıştığını fark ettim. Bir yol, derdimi anlatabilmek, ‘masumiyet’ üzerine bir muhabbet imkânı bulabilmek için herhalde...

Sonra babamı düşündüm... Babam Erdoğan’la masaya otursa hiç konuşmaz diye düşünüyorum. Belki nezaketinden, bir şeyler söyler ama fena onurlu adamdır, hep öyle yaşamıştır, “tutamam kendimi de fena laflar edip adamı incitirim” diye, daha baştan oturmaz. Nezaketinde bir asalet de vardır. Değişik bir adamdır, hakikaten. Ekmeleddin’le oturur, konuşur, hatta sever de belki. Ama bir şeyler sakil gelecektir. Selahaddin’le kesin oturur, çünkü oğlu yaşında, oğluyla çok oturdu çünkü (ben oluyorum). Bazen sabırla, bazen sinirle çok dinledi oğlunu, hiç nezaketini bozmadan. Çok da laf etti, ama illa ki dinledi.

Ee oğlu da, işin siyasetini saymazsak, hep onun doğrularını örnek almaya çalıştı. Bunu da biliyor, ama belki onun kadar sorumluluk alıp çocuk (biri ben oluyorum) büyütmediği için belki, sağlam ahlaki testlerden çıkamadığı için onun ikinci ligi gibi oldu hep, bunu da biliyordur. Bir baba için bu işler ne kadar meşakkatli bilmiyorum. Çünkü baba değilim. Ama bir çocuğum olsa, herhalde babam gibi yetiştirirdim.. Belki değil, kesin... Ha bi de annem gibi öper, sarılırdım... O da kesin.

Babam gibi adam, annem gibi kadın muhtemelen Selahaddin’e oy vermeyecekler. Halbuki aslında, görmeseler üstündeki fabrika üretimi gömleği, takımı, kravatı.. Hatta annem mesela, giydirse eliyle diktiği o güzelim kazağı Selahaddin’in üstüne... Ayaklarına bakmaz zaten (düşman ayağa bakar zira), zira Selahaddin muhtemelen Mekap giymiştir, bizden farklı olarak. Ben Esem giyerdim, neden bilinmez...

Velhasıl; arkadaşı olmayınca takım kuramayan, esem-mekap giyen, ‘Dışarı’ya çıkan, ‘eğlenceli lan bu dünya’ diyen, annesi ağlayınca kendisi de ağlayan (ağlamak için annesini konu edebilecek kadar saçmalayan), ama annesi hiç ağlamasın isteyen, yine de yaramazlıktan el çekmeyen, ama bir bok yemeden önce çimenlere uzanıp, ellerini başın arkasına koyup masum çocuk hayalleri kuran ve bunu yanında yatan arkadaşına anlatmalara doyamayan, bir aracı ancak beraber çalıştırabilen, arkadaşını satmayan, ileride büyüyünce namuslu ve onurlu babası gibi olmak isteyen, sonra ağız dolusu gülebilen, korkmayı bilen, ne bileyim cezalı arkadaşının kapısının önünde yatan çocuklardık ya...

Sonra; Mustafa’yı babası dövdü, bir hafta sokağa çıkarmadı. Benim babam bana sordu, “Neden yaptın.?" dedi, “Ölen çocuğu unutmamak için diye, bi de annem ağlamasın istedim” dedim. Babam beni dövmedi (hiçbir zaman dövmedi zaten), ceza da vermedi, annem istedi aslında ceza vermesini, babam “Konu kapanmıştır.!” dedi. Ve bana çok güzel baktı...

1 hafta boyunca, Mustafaların evine gittim, annesine Mustafa dışarı çıkmayacak mı diye sordum. Annesi her seferinde “Mustafa, cezalı” dedi. Hiç bıkmadan gittim... Babası çalışıyordu, hafta sonu evde olduğunu biliyordum, o zaman her 2 saatte bir gittim. Babası en sonunda “ceza bitti, Mustafa çıksın” dedi. Mustafa’nın babası babamı çok sever ve sayardı. Belki de o yüzden bana kızmadı ve Mustafa’yı ceza bitmeden saldı. Ve hemen hayal kurduğumuz aynı yere gidip, tekrar çimlere uzanıp, Butch ve Sundance’i düşündük, bir de yaptığımız hareketi. Ama sonra Mustafa “Oğlum bir daha yapmayalım, babam çok kızdı” dedi. Bir daha yapmadık.!

O 3 yaşında, 3 tekerlekli bisikletiyle ezilen çocuğu hiç unutmadım... Annem ağlayınca ise hala daha çok üzülürüm.!

Tan Morgül - Adnan Genç

 

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Temmuz.2014 - okkesb@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ - okkesb@turkfreezone.com,

https://twitter.com/okkesb E.mail: okkesb61@gmail.com,

https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi,

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Temmuz.2014 - okkesb@gmail.com,

Diğer Haberler

  • DARBE KİMDEN GELİRSE GELSİN KARŞIYIZ..
  • TRABZONLULAR BİRLEŞİNİZ
  • SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI…
  • KUL VE MAHLÛKAT HAKKI..
  • ADAM OLMAK–OLAMAMAK VE GAZETECİLİK
  • SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI..
  • DERNEKLER KANUNUNA MUHALEFET
  • TrabzonSporKlübü

    Nasa

    Kentim_İstanbul

    Doga_İcin_Sanat

    ABD_USA

    Department_State

    TelerehberCom

    Google_Blog

    Kemencemin_Sesi

    Kafkas_Music

    Horon_Hause

    Vakıf_Ay

    Dogal Hayatı_Koruma

    Seffaflık_Dernegi

    Telerehber

    Sosyal_Medya

    E-Devlet

    Türkiye Cumhuriyeti

    BACK TO TOP