ANTİK ÇAĞ’DAKİ TARIM YÖNTEMLERİ

Tarımsal Ürünlerin Verimini Artırmak İçin Eski Uygarlıklardan Neler Öğrenebiliriz.?

Paylas:
  • Facebook'da Paylaş
  • Twitter'da Paylaş

ANTİK ÇAĞ’DAKİ TARIM YÖNTEMLERİ

Tarımsal Ürünlerin Verimini Artırmak İçin Eski Uygarlıklardan Neler Öğrenebiliriz.?

Tarımsal verimi artırmak için son yıllarda uzmanlar şu soruyu da sormaya başladı: Antik Çağ’daki tarım yöntemleri, topraktan alınan verimi artırmada bize ne öğretebilir.?

Antik Çağ’da en başarılı tarım sistemini kuran İnkaları ve onlardan alınabilecek dersleri inceledik.

Dünya tarihindeki en büyük devrimlerden biri kuşkusuz, insanların tarım yapmasıyla gerçekleşti. Günümüzden yaklaşık 11 bin 500 yıl önce insanların tahıl ve kök mahsullerin nasıl yetiştirileceğini yavaş yavaş öğrenmesiyle başlayan tarım faaliyetleri, yüzyıllar boyunca dünya medeniyetlerinin yükselişine katkıda bulundu.

İlk tarım ürünlerinin pirinç ve mısır olduğu tahmin ediliyor. Çinli çiftçiler, milattan önce 2.500 gibi erken bir tarihte pirinç yetiştiriyorlardı. Mısırın ise milattan önceki zamanlarda, ilk kez Meksika’da yetiştirildiği düşünülüyor ve tarihi bugünden yaklaşık 5 bin yıl öncesine kadar gidiyor.

Örnek Uygulama Peru’da Başladı

Milattan önceki çağlarda başlayan tarım, sonraki çağlarda da yoğun olarak insanların beslenmesine hizmet etti. Son yıllarda uzmanlar şu soruyu da sormaya başladı: Antik Çağ’daki tarım yöntemleri, topraktan alınan verimi artırmada bize ne öğretebilir.?

Peki, Antik Çağ’daki uygulamalar, gerçekten bugünün tarımı için bize yardımcı olabilir mi.? Bu soruya verilen başarılı örneklerinden biri, Antik Çağ’da mısır tarımının yapıldığı yerlerden bir olan Güney Amerika ülkesi Peru’da, And Dağları civarında yaşanıyor. Zira bu bölgede Antik Çağ’da yaşayan İnkaların tarımda uyguladıkları yöntemler, günümüzde yeniden kullanılmaya başladı.

İnkaların Tarım Sistemi Açığa Çıkarıldı

And Dağları’na yakın olan Cuzco şehrinde yaşayan İnkalar, dağların keskin yamaçlarında tarım yapmaya çalışmak yerine, topraktan aldıkları verimi artıran daha akıllıca bir sistem geliştirdiler: Vadilerden dağların yamaçlarına doğru şehirlerini inşa ederken deniz seviyesinden 2400 ila 3500 metre yükseklikte taraça sistemi kurdular. Bu taraçaları ise ekim alanları olarak düzenlediler. Bu alanlara su taşımak için dağların etrafında kıvrılan sarnıçlar ve sulama kanalları yaptılar. İnkalar farklı tohumları, taraça tekniği kullanarak tüm şehri doyurabilecek sayıda mahsül verebilecek verimlilikte yetiştirdiler. Üstelik yüksek rakımlarda yetişebilecek patates ve mısır gibi esnek bitki ırkları geliştirdiler. İnkaların, yaklaşık 1.000 ila 3.900 metrede yetiştirdikleri temel mahsul patatesti.

Kinoayı yaklaşık 2.300-3.900 metre yükseklikte, mısırı ise yaygın olarak 3200-3500 metre yükseklikteki alanda yetiştiriyorlardı. Pamuk o dönemde Pasifik Okyanusu civarında temel bir üründü. İnkalar ise pamuğu yaklaşık 1.500 metrede yetiştirme başarısı gösterdiler. İnkalar, bu yüksek rakımda yetişmesi zor ürünleri, And Dağları’nın bu yüksek noktalarında yetiştirme başarısı göstermeleriyle de tarihe geçtiler. Bu ise tohum bilgileri ve bu bilgiyle geliştirdikleri tohumlar sayesinde oldu.

Ancak, sonraki yüzyıllarda bu taraçalar unutuldu ve bakımsızlığa terk edildi. İnkaların, geleneksel tarım bilgisi ve mühendislik uzmanlığının çoğu kayboldu.

Bu durum, arkeolog Ann Kendall’ın, 1968’de Peru’nun Cuzco bölgesinde İnkalardan kalma taraçaları incelemesiyle tersine döndü. Kendall’ın çalışmalarıyla birlikte İnka tarım sistemlerini rehabilite etme ve günümüze uyarlama fikri ortaya çıktı. Kendall’ın araştırmalarında ortaya çıkan sonuçlar şöyleydi:

İnkaların, taraçaları oluşturmak için inşa ettiği taş istinat duvarları gün içerisinde ısınıyor, bu ısınma ise soğuk gecelerde taraçalar içine ekilen bitkilerin köklerini koruyordu. O bölgenin gündüzleri çok sıcak, geceleri ise çok soğuk olduğu düşünülürse yüzyıllar önce İnkaların sistemlerini ne kadar akıllıca geliştirdiği anlaşılabilir. Ayrıca bu duvarlar, bölgede kıt olan suyun da toprakta tutulmasına yardımcı oluyordu. Toprak nemli kaldığı için çok sıcak yaz mevsimlerinde kuraklıkla kolayca mücadele ediliyordu.

Bölge Çiftçileri Destekleniyor

Taraçaların sulama sistemleri ve inşasıyla ilgili arkeolojik bilgileri toplayan Kendall’ın girişimiyle, 1977 yılında “Cusichaca Trust” adlı bir tarımsal kalkınma ve yardım derneği kuruldu. Bu dernek aracılığı ile Cuzco’nun yakınında, Patacancha Vadisi‘ndeki 160 hektarlık alandaki taraçalar ve su kanalları rehabilite edildi. İnka sisteminin rehabilite edilerek yeniden kullanıldığı bu projeyle yerel halkın suya erişimi sağlandı ve tarımsal üretimi iyileştirildi. Bu çalışma ile yaklaşık 350 aile ve 2.000’den fazla kişiye temel gelir kaynağı yaratıldı. Patacancha Vadisi’nde pilot çalışma, başarılı bir örnek oldu. Orada alınan dersler, şu anda Peru’nun diğer bölgelerinde İnka tarım sistemlerini restore etmek için kullanılıyor. Proje ile bölge çiftçileri, sürdürülebilir tarım uygulamaları konusunda destekleniyor. Böylece tarımdan aldıkları verim ve kazançları artıyor.

BAŞARI GETİREN 5 TEMEL DERS

Peki, İnkaların tarım sitemi her ülkede uygulanabilir mi? Kuşkusuz ki hayır! Örneğin, geniş ovalara sahip Türkiye’de bir taraça sistemi kurmaya hiç ihtiyaç yok. Ancak, yine de Peru’daki bu örnek bize yerel tarımı kalkındırmak için Antik Çağ bilgeliğinden yararlanılabileceğini gösteriyor. İnkaların bilgeliğini bugüne taşıyarak tarımsal verimi artırmak için alınabilecek dersler ise şöyle sıralanıyor:

1 – Toprağınızı Tanıyın

Bitkinin ekimi için doğru zamanı seçmek, genellikle tarımın en önemli kısmını oluşturuyor. Verimi artırmak için kullanılacak en iyi strateji şu: Toprağınızı tanıyın ve toprak hazırsa ekmeye başlayın. Nitekim Antik Çağ uygarlıkları, o günün çok kısıtlı imkânlarına rağmen topraktan verim alma başarısını, topraklarını çok iyi tanıdıkları için gösterebildiler. Toprağınızın dikim için hazır olup olmadığını anlamak için neyse ki bugün çok kolay uygulanan dijital toprak analizi cihazları var.

2 – Tohumlarınızı Tanıyın

Sadece zamanında ekim yapmanız, topraktan en iyi verimi almanız için yeterli değildir. Ektiğiniz tohumları da çok iyi tanımanız gerekir. Dikim yaptığınız mahsul türlerini ve kullandığınız tohum türlerini bilmek ve anlamak, verim potansiyelinizi değerlendirirken önemlidir. İnkaların başarısının büyük bir kısmı da tohumlarını tanımalarından geliyordu.

Hatta öyle bir noktaya gelmişlerdi ki daha fazla verim alabilecekleri esnek tohumlar bile yetiştirdiler. Bugün artık İnkalar gibi deneme yanılma yöntemiyle yıllarınızı harcamanız da gerekmiyor; ekeceğiniz tohumları hakkında bilgi almak ve onları tanımak için ziraat mühendislerine kolayca ulaşıp danışabiliyorsunuz.

3 – Tarlanızı İzleyin

Mahsul veriminin nasıl arttırılacağı hakkında eski uygarlıklardan alabileceğiniz en iyi derslerden biri de tarlalarınızı takip etmektir. Tarlanızı takip etmek, size toprak koşullarını değerlendirme, yabancı otları ve hastalıkları fark etme ve mahsulünüzün sağlıklı bir şekilde büyümesini kontrol etme şansı verecektir. Antik çağlarda çiftçiler tarlalarını takip etmek için her gün arazide yürüyorlardı. Bugün ise uydu ve sensör teknolojileri bu işi sizin için kolaylaştırıyor.

4 – En Uygun Sulama Sitemini Kullanın

İnkalar, yüzyıllar önce And Dağları’nın keskin yamaçlarından kendi yaptıkları kanallarla taraçalarına su taşıdıkları ve mevcut suyu etkili kullandıkları için başarılı oldular. Su yönetimi, ürün yetiştirmek ve ürününüzün verim potansiyelini en üst seviyeye çıkarmak için esastır. Mahsulünüzün yeterince su almasını sağlamak kadar, aynı zamanda tarlanın aşırı sulanmadığından emin olmak da önemlidir.

Üstelik bugün İnkalar gibi su kanalları yapmak için yıllarca uğraşmıyorsunuz; günümüzde pek çok ileri sulama sitemine kolayca ulaşılabiliniyor. Ayrıca etkili sulama yapabilmeniz için dijital sensörlerden de yararlanabiliyorsunuz.

5- Kooperatifler Kurun

İnka İmparatorluğu’ndan yüzyıllar sonra arkeolog Ann Kendall’ın girişimiyle 1977 yılında kurulan “Cusichaca Trust” adlı bir tarımsal kalkınma ve yardım derneği de çiftçiler için pek çok ders barındırıyor. Bu dernek yardımıyla yerel tarım toplulukları, topraktan aldıkları verimi artırdılar ve böylece çiftçi refahı arttı. Peru’da çiftçiler, “birlikten kuvvet doğar” diyerek bir araya gelerek başardılar.

Böylece dernekler veya kooperatiflerin, bireylerin tek tek altından kalkamayacakları işleri birliktelik gücüyle gerçekleştiren mükemmel kuruluşlar olduğu bir kez daha kanıtlanmış oldu. “Cusichaca Trust” bugün sadece Paru’ya değil, dünyanın pek çok ülkesinde örnek kabul ediliyor. Siz de kendi bölgenizde kooperatiflere üye olup, birlik olmanın, dayanışmanın ve yardımlaşmanın gücünden destek alabilirsiniz.


MOLATİKTARİH

İNKALARIN TARİHİ HAKKINDA BİLGİLER

İnkalar tarih öncesi uygarlıklar arasında en çok merak edilen uygarlıklardan biri. Eski zamanlarda yaşamalarına rağmen arkalarında bıraktıkları yapılar ve sistemlerle aslında gelişkin ve çağ ötesi bir medeniyet oldukları görülüyor. Haklarında farklı farklı bilgiler ve çelişkiler bulunan İnkalar hangi ülkede yaşadı, nasıl yok oldu.?

İNKALAR NEREDE YAŞADI.?

İnka medeniyeti, sonraları Güney Amerika ismi verilecek olan kıtada And Dağları'na yakın olan Cuzco şehrinde yaşadılar. İlk kralları Manco Capac'tır ve krala Sapa Inca (Ulu Önder) denir. İnkalar Güney Amerika'da Kolomb öncesi dönemde kurulmuş en büyük imparatorluğa sahiptir.

İnkalar'ın And Dağları'nın yüksek kesimlerindeki dik yamaçlara inşa ettiği yapılar ve şehir mimarileri bugün bile hem gezginlerin bilim insanlarının dikkatini çekmektedir. Özellikle yapılarak büyük taş blokların nasıl taşındığı ve nasıl bu derece düzgün yerleştirildiği hala tartışma konusu.

Savaşçı olduğu bilinen İnkalar, kabile halinde yaşardı ve 40 bin kişilik orduya sahiplerdi. Ölen kişiler kraliyet ailesine mensupsa mumyalanarak And Dağları'nın yüksek yerlerine yerleştirilirdi. İnka topluluğundan günümüze kadar gelebilen mumya cesetlerin sırrı da budur.

İnkaların hükmettikleri And Dağları'nın batı kıyısında çöl ve vadiler yer alırken, yine bu dağların kuzey doğu kesimlerinde tropikal bir yağmur ormanı iklimi hâkimdi. Bu imkânlardan sonuna kadar faydalanan uygarlık, kıyı bölgelerde balıkçılık, iç bölgelerde sulu tarım yapmış, daha yüksek bölgelerde patates yetiştirmiş, dağlık bölgelerde lama ve alpakalardan yün ve et üretimi yani hayvancılık yapmıştır.

En parlak dönemlerini Sapa Inca Pachacuti (Ulu Önder Yer Sarsan) zamanında yaşadılar. İmparatorluk haline geldiler. İmparatorluklarına 'Dört Çeyreğin Ülkesi' anlamına gelen 'Tahuantinsuyu' adını koydular.

Pachacuti, günümüze kadar korunmuş Dünyanın Yeni Yedi Harikası'ndan biri olan antik şehir Machu Picchu'nun da imarını yaptıran kişidir. İspanyollar 1532 yılında İnkalar'ı işgal ederken sık dağlar arasında kalan bachu Picchu şehrini fark etmedikleri için şehir zarar görmemiştir. Antik şehir 200'den fazla merdiven sistemiyle birbirine bağlı olan taş yapıdan oluşur. Şehrin 3000 basamağı bugüne kadar çok iyi korunmuştur. Machu Picchu, Eski Zirve anlamına gelir.

1000 Çiftçi 1000 Bereket  18 Haziran, 2019 

@#ÖkkeşBölükbaşı ©#MedyaGünebakış

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul –-Ekim.2019-- okkesb61@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ - okkesb@turkfreezone.com,

 

 

https://www.skyscanner.com.tr/haberler/maya-aztek-ve-inkalar-eski-amerika-medeniyetleri

 

İNKA MEDENİYETİ VE MACHU PİCCHU

R-26


Giderken...
Gönlümden uzaklara kaçmak mı geldi yoksa hep arkeolojik yapılar, çevreler beni çok cezbettiği için bu büyünün peşinden mi gittim Machu Picchu’ya ayırdedemiyorum ama aklımda Peru yoktu da İnka vardı. İnka medeniyeti ile karşılaşmak için Peru’ya gitmek gerekiyordu tabii ki. Nedense oralardaki yaşanmışlığı adetleri, sanatları hep düşünürsünüz; aklınıza gelir de o insanların yaşamış olduğu bir kenti görmek, orada dolaşırken sosyal yapılarını ve varlıklarını hissetmek insana farklı bir yol açıyor. Belki de bu benim mimar, şehirci yapımdan geliyor.
Beni kentler heyecanlandırıyor. Bir kente gittiğimde etraftaki taşı toprağı görüp, hissederek orada insanların nasıl yaşamış olduğunu, neler yaptıklarını hayal etmeye başlıyorum.

MACHU PİCCHU.!.?.

Machu Picchu’nun gerçek sakinleri-1 (Lama) - Taşlarla oluşturulmuş figür –

Machu Picchu’nun gerçek sakinleri-2 (Cinçila)

PERU'YA DAİR...
Machu Picchu ile çok ilgili olmayabilir ama birkaç önemli saptama var Peru’ya dair. Özellikle Peru’nun eski kentlerinde, İspanyol etkisi çok baskın. İspanyollar İnka’lardan kalan herşeyi fazlasıyla yok etmiş oldukları için daha çok onların yapıları var. Şehirleri çok steril olarak İspanyol. Peru’daki şehirlerde İnkaların bugüne kalmış olan yerlilerini görmek zor, az sayıdalar. Ve de enteresan olan eski şehirlerinde şu var: İspanyollar tam da buraya geldikleri zaman, hâlâ 1000 yıllık Arap etkisindeymişler ve Arap etkisini bu bölgeye de fazlasıyla taşımışlar. ‘Mudecar’ denen Arap-Fas üslubuyla işlenmiş İspanyol mimarisinin her türlü örneğinin çok özgün tiplerini Peru’da görmek mümkün. Sanki İspanya’nın güneyindeki bölgelerde geziyormuşsunuz gibi bir hal vardı. Barok binalarının üzerindeki cumbalar, Selçuklu yıldızlarıyla yapılmış kubbeler, Fas zellig’leri üslubunda seramikler hakikaten çok hoş tarafıydı.


İnkalar ve yerli ahali (orman kültürü ile Amazonlardan gelmiş olduğunu tahmin ettiğim), oranın hayvanlarıyla ve bitkileriyle yaşamış oldukları için giyimlerinde, resimlerinde ve dekorasyonlarında çok canlı renkleri, aynı Afrika’daki gibi çok cafcaflı bir biçimde kullanıyorlar. Bu cafcaflı renkler, abartılı dekorasyonlar ve süslemeler İspanyolların neoklasik kiliselerinin içindeki resim ve objelere oturmuş. Bu ilişki de, oradaki sanatın içiçe geçişi de benim çok hoşuma giden başka bir unsurdu. Çerçeveyi İspanyol bakışı çizmiş ve İnka kültürü kısmen içini doldurmuş. Farbalalı turunculu-kırmızılı eteği ve kafasında Peru kukuletası ile kucağında İsa taşıyan Meryem Ana figürünü ancak Peru’da görebilirsiniz.

Bu algılarla yavaş yavaş yükseklere doğru seyahatimize devam ettik. And Dağları, Cuzco bölgesinde ikiye ayrılıyor. Aralarında da, 2400 ila 3500 metre yükseklikte bir vadi ve plato olan “Kutsal Vadi” yer alıyor. Bunun bir ucunda Bolivya, Titicaca Gölü, diğer ucunda da Peru’daki Cuzco bölgesi var. Çok dağlık bir bölge ama aradaki bu verimli alanı maksimumda kullanmak için İnkalar, bütün tepelerde plantasyonlar, teraslar oluşturup tarım yapmışlar. Hâlâ bu teraslarda tarım var ama o günkü seviyede olmadığı söyleniyor.

İnkalar, tarihteki bilinen en eski sosyal devletlerden biri. Bunlar 10’lu çalışma grupları halinde yaşıyorlar. 10 kişinin bir başı var ve 10’un katlarıyla yapılanmışlar. İnkaların sosyal yapısında mülkiyet yok. Herkes çalışıyor, üretiyor ve ürün klan usulü - eşit parçalarla olup olmadığına emin değilim - dağılıyor, tüketiliyor. Bunlar tarım ve hayvancılıkla geçiniyorlar. Dolayısıyla, sadece karınlarını doyurmak üzere üretim ve iyi üretim için de Ar-Ge yapıyorlar. Mesela; Machu Picchu’nun bir yaşam şehri değil Ar-Ge yaptıkları bir bölge olduğu düşünülüyor. Çünkü ‘nekropol’ yani mezarlık bulunmuyor bu bölgede. Yaşanan her bölgede mezarlık olur. Mezarlık olmaması, bunu düşündürüyor insana. Öte yandan, tapınaklarında çok insan kurban ettikleri; etraftaki bölgelerle savaştıklarında aldıkları esirleri kurban etmek için kullandıkları söyleniyor. İspanyollar, bana göre, biraz da gördükleri bu durum karşısında şaşırıyorlar. Bu insanları yok edip, sürüp, öldürürken bir yandan da yaşantılarını, alışkanlıklarını ve inançlarını çok yadırgamış olmalılar diye düşünüyorum.

Yaşantılarında mülkiyet olmaması sosyal yaşamı ve ekonomiyi fazlasıyla etkiliyor. Sosyal yaşamda etkisi, neslin kimden devam ettiği gibi bir kaygı larının olmaması. Dolayısıyla aile yapıları, geniş aile ve klan tipi sorumluluk paylaşımı üzerine yapılanmış; o yüzden bir nevi komün hayatı var. Ekonomi ise paraya değil takasa dayanıyor. Mülkiyet ve paranın bir değeri olmadığı için altının da bir değeri yok. Altın bir süs eşyası sadece, takas için dahi kullanılmamış.

 

@#ÖkkeşBölükbaşı ©#MedyaGünebakış

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul –-Ekim.2019-- okkesb61@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ - okkesb@turkfreezone.com,



İNKALAR...
İspanyollar, korkunç bir şekilde şehirlerini ve bütün varlıklarını, altınlarını yağmalamışlar. Bu arada Machu Picchu’yu es geçmişler. Çünkü Machu Picchu, 2400 metre yükseklikte, Amazon Ormanları’nın sınırlarında çok dağlık bir bölgede yer alıyor. 1430’larda kuruluyor. 95 yıl kadar var oluyor. Ondan sonra da nedeni bilinmez şekilde terk ediliyor. Ormanlar burayı kaplıyor ve gizliyor. İspanyollar burayı göremedikleri için yağmalayamıyorlar. Machu Picchu orman tarafından çok güzel korunduğu için Batı tarafından ancak 1911’lerde varlığı fark ediliyor. Bu sayede çok iyi korunmuş olan Machu Picchu’nun yanı sıra çok daha enteresan kentleri bugüne kalmış olabilirdi İnkaların. Kamboçya’daki Angkor Wat gibi o güzelim sanat eserleri ve hatta yerleşim yerlerinin bugünkü varlığını ormanın işgaline borçluyuz.
İnkaların hazineleri orjinal şeklinde korunamamış. Altından yapılmış eserler Avrupa’da altının eritilmesiyle paraya dönüştürülmüş. Aslında, altından yapılmış, çok geometrik formları var bu İnka hazinelerinin. Özellikle doğaya öykünen, hayvan gücünü sembolize eden hatta yücelten burun ve kulak dekorasyonları var. Sanatlarını ben çok beğendim. Gerçekten çok güzel ve sade.

Tarım toplumu olarak takvim kullandıkları; yazıları ve rakamları olmadığı için düğümlü, salkım iplerle yapılmış bir nevi takvimleri olduğu düşünülüyor. Düğümlerle zamanları hesapladıkları güneş doğuş zamanını, gün dönümlerini, mevsimleri, yağmurları çok dikkatli takip ettikleri ve düğümlerle takvime İnka Takvimi işledikleri varsayılıyor.
Kutsal alan kalıntılarında, gün doğumu, gün batımı ve gün dönümlerini tanımlayan işaretler, üst üste oturan ve takvimi doğrulayan görüntüler belirlemişler. Ne kadar bir zaman dilimini kapsadığı bilinmiyor. Keşke takvim hakkındaki düşüncelerini ve öngörülerini daha fazla bilebilseydik.

Tarım...

 

@#ÖkkeşBölükbaşı ©#MedyaGünebakış

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul –-Ekim.2019-- okkesb61@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ - okkesb@turkfreezone.com,

 

Nazca...
Gerçekten ben Güney Amerika’da böyle bir medeniyeti, bu seviyede bulacağımı düşünmüyordum. Çünkü biz Eski Dünya’da başka bir medeniyeti tanıyoruz. Çin, Hindistan ve Ortadoğu dâhil çok daha eski zamanlarda gelişmiş bir medeniyet. Öyle ki M.Ö. 3200’de yazı var. Çin’de de çok eski yazının geçmişi. M.S. 1500’de yazı dahi yok Güney Amerika’da. Tekerlek yok. O zaman, bütün o eserleri de uzaylılar geldi, yaptı, yaptırdı diye inançlar ve laflar uçuşuyor beni deli eden. Buna çok üzülüyorum çünkü ben bunu, insanın teknik becerisine, bilimsel anlayış ve mantığına, aklına saygısızlık kabul ediyorum. “Koskoca taş buraya gelemez, o zaman uzaylı getirmiştir ya da yukarıdan gördüğünüz Nazca çizgilerini yapamamışlardır.” gibi söylemler var. Birbirine paralel çizgileri, belli bir ölçek dâhilinde yere aplike etmiş olduklarını düşünüyorum. Eskiz çizip onu ölçek yapacak akıl, binlerce yıldır bu dünyada var. Ölçek kavramı olmasa şehirler kurulamazdı. Yapı sistemleri, ancak ölçekle, ölçeği anlayarak mümkündür. Yine de olanca ihtişamıyla Nazca gizemini koruyor ve ne zaman yapıldığı bilinmiyor.
Yukarıdan bakıldığı zaman neden bu şekilleri yapmış oldukları da cevapsız sorulardan. Birilerine bir mesaj göndermek istedikleri belli oluyor. Göksel Tanrıları da olabilir. Gökten inecek astronotlara işaret vermek için oraya maymun çizmek gerekmiyordu bence. Başka şekilde de işaret koyabilirlerdi. Niye kuş, kartal ya da maymun çiziyorlar? Özellikle de dünya dışı varlıklar gelip oraya bir işaret koyacaklarsa bunun yüzlerce metre boyunda maymun rölyefi olacağını düşünmüyorum. Bence, bir nevi tapınma olabilir arkasında. Ama yukarıdan görülmesini amaçladıkları muhakkak.

Saqsaywaman

İnkaların yazısı ve rakamları yok. Kulaktan kulağa gelen çok az adette söylence kalmış. İnkalar hakkındaki en çok bilgiyi İspanyol keşişlerden alıyoruz. Aslında M.S. 1500’lerde bir nevi çok gelişmiş taş devri yaşıyorlar. Metal kullanıyorlar ama taşı bile sert taşla yontuyorlar. Duvarlarını yaparken harç ve metal kullanmıyorlar. Taşları kusursuz yontup birbirinin üstüne geçiriyorlar.
Taş ve yapı hususunda çok müthiş teknikleri var. Kaçınılmaz olarak görenlerde derin bir hayranlık ve şaşkınlık uyandırıyor. Yine de “İnka kalıntıları müthiş, daha üstünü olamaz. Bu devasa taşların birbirine geçme tarzıyla üst üste konmuş olması görülmemiş bir teknik.!” diyenlere karşı çıktım. Çünkü M.S. 1200’den sonra yapılmış buradaki yapılar. Bakıp da bundan daha müthiş ne olabilir şeklindeki tutumlar gerçeğe gözünü kapamak gibi. Bence tarih boyu yapılmış insan beyninin üstün ürünlerinin hakkını doğru değerlendirmek lazım.
Çok müthiş ama ’en... en...’ dendiği zaman, beni tedirgin eden bir taraf var, bir gözü kapalılık var. O dönemlerde dünyanın başka yerlerinde çok farklı eserler var. M.S. 1200’de Milano’daki Duomo yapılmış. Ayasofya, M.S. 300-400’lerde yapılmış. Sinan’ın eserleri 1500’lü yıllarda. Öyle bakmak lazım, Neyle neyi mukayese ediyoruz ama bu yapılar da çok müthiş gördüğümüz üzere.

SAQSAYWAMAN...
Çok etkilendiğim diğer bir kutsal kalıntı alanı “Saqsaywaman’’ bir platonun üstünde yüksek, üst üste 3 sıra 400’er metre uzunluğunda taş duvarlardan oluşuyor. Bu üç sıra duvar her biri 22 diş gibi algılanan girinti-çıkıntılarla düzenlenmiş. Devasa taşlar yontularak birbiri üstüne geçirilmek sureti ile kuru-yığma taş duvar tekniği ile yapılmış. Görünce “Bu nedir.?’’ diye duralıyorsunuz taşın boyutunu anlayabilmek için yanında durdum. İnanılır gibi değil. Arasında neredeyse 200 ton ağırlığında taşlar olan 3 sıra duvar da İnka Mitoloji’sindeki kutsal üçlemelerin yansıması. Bugün hâlâ bu alanda gün dönümlerinde toplanarak renkli kutlamalar yapıyorlar.

İspanyollar bu taşları söküp kullanarak Cuzco’yu imar etmişler. Cuzco, 3200 metre yükseklikte, çok güzel bir şehir. Kutsal Vadi’nin başlangıcında. Oradan önce trenle, sonra araçla, kısmen de yürüyerek doğanın içinde Machu Picchu’ya ulaşılıyor döne dolaşa. Dağların ortasında İnka yolları denilen incecik yollarla olmadık yerlere tırmanılıyor.

Machu Picchu işte böyle bir coğrafyada.

Çatılarda baca yok. Çok tuhaf olarak; ısınmak için de, pişirmek için de bir şey kullanmıyorlar.


@#ÖkkeşBölükbaşı ©#MedyaGünebakış

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul –-Ekim.2019-- okkesb61@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ - okkesb@turkfreezone.com,


YAŞAM…
Bu kadar yüksek rakımda yaşam hiç kolay değil. İnsanın bünyesi normal olarak en fazla 2000 metrelerde yaşamaya alışmış, 3000-4000 metrelere çıkınca basınç azalıyor, dolayısıyla vücudun su dengesi bozuluyor. O yüzden, bu koka yaprağı bir şekilde insanları yavaşlatıyor, vücudun su dengesini sağlamaya yarıyor. Dolayısıyla sürekli ya koka yaprağı çiğniyorlar ya da koka çayı içiyorlar.


Coğrafi olarak gerçekten çok ayrık bir durumdalar. Eski Dünya diye bildiğimiz yeri ‘Avrasya’yı düşünecek olursanız; son derece birbiriyle iletişim halinde olabilmiş. Mesela; eski çağlardan beri Hindistan’la Mezopotamya’nın bir ilişkisi var. Bilinen ilişki 1200’lerde Marco Polo’nun Doğu’ya gidişiyle kurulmuş olsa da öncesinde de Doğu ile Batı arasında ticari olarak bir etkileşim olduğunu düşünebiliriz.

Eski Dünya’da 1200’ler ve hatta öncesine uzanan bu ilişki Amerika ile 1500’lerde kurulabilmiş. Medeniyet burada bir şekilde gelişmiş ama Eski Dünya ile ilişkileri olamamış yıllarca. İnsanlar bir şekilde Bering Boğazı’nı geçip oraya yayılmışlar, yavaş yavaş medeniyet bir şekilde filizlenmiş ama Eski Dünya’daki gibi tempolu değil. And dağlarıyla çevrili coğrafyalarında İnkalar, Eski Dünya’dan olduğu kadar Amerika’nın diğer bölgelerinden de uzak kalmışlar.

İspanyollar buraya, bölgenin kaynaklarını sömürmek için gelmişler. Kendi valilerini, bu düzeni kuracak kendi insanlarını rahat yaşatacak imkânları kurmak üzere görevlendirmişler. İşgalcilerle yerlilerin karışmasıyla yüz yıllar içinde oluşan kısmen karma toplum, İspanyollara göre gerçekten karma, kökleri İnkalara dayananlara göre İnka toplumunun ve kültürünün tamamına yakın kısmının yok edilmesiyle gerçekleşmiş.

İspanyollar buraya “Medeniyet getirelim, imar edelim.” diye gelmemişler tabii ki. Ancak misyonerler, “Hıristiyan yapalım, ruhlarını kurtaralım.” diye düşünmüş olabilirler. Sonuç olarak; İspanyollar, çok zora düşmüş, batmakta olan bir Avrupa Medeniyeti’ni Güney Amerika’dan taşıdıkları altınlarla ihya edip donatmışlar. Dolaylı olarak İnkaların Ortaçağ Avrupası’na ekonomik olarak çok büyük etkisi olmuş. Hatta Avrupa’yı açlıktan da kurtarmışlar diyebiliriz.

Peru’nun yüzlerce cins patates ve mısırı var. O zaman dünyanın başka bir yerinde patates var mı bilmiyorum. Ama 1500’lerden itibaren Avrupa’ya buradan öğreniyor patatesi ve böylece açlıktan kurtuluyor. Patatesin çeşitlerini geliştiriyor ve buluyorlar. Bugün de oraya gittiğimizde patatesin en az 10 çeşidini yedik, yüzlerce hatta bine yakın çeşidi olduğu biliniyor, mısırın da onlarca çeşidi var. Bunu duyunca çok etkilendim.

Patatesin Avrupa için önemine dair bir de acıklı hikâye var Avrupa’da. Avrupa yüz yıllar boyunca patatesle besleniyor. 1844’de Avrupa’da büyük bir kıtlık oluyor. O zamanlar İrlanda önemli bir patates yetiştiricisi ve İngiltere’nin sömürgesi. İngiltere, kendi halkını doyurmak için İrlanda’nın patateslerini alıyor ve 8 milyon nüfuslu İrlanda’da 4 yılda, açlıktan, hastalıktan 2 milyon insan ölüyor. İki milyonu da kaçıyor. İrlanda’nın nüfusu 4 yılda, 4 milyona düşüyor. Ama bu arada İngiltere açlıktan kurtulmuş oluyor.
İşgal, yağma ve kültürün yok edilmesi gibi olumsuzluklara rağmen İnkaların verdiği karşılığın Avrupa’yı açlıktan kurtarıyor olması da ayrı bir ironi. Biz Ön Asya’da, Akdeniz iklimiyle çok verimli ve rahat yaşamışız. Avrupa gibi aç kalmamışız. Akdeniz hep şanslı bir bölge olmuş. Akarsuları ve iklimi her türlü tarıma elveriyor ve çok fazla kıtlık çekmemiş. O yüzden de işgallere maruz kalmış; farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış.


Peru’nun bölgeye mahsus bir takım adetleri, yöresel şartları kısmen korunmuş. Küçük şehirlerinde bizim bildiğimiz o dünya markaları yok mesela, ben buna çok sevindim. Ama büyük şehirlerinde durum değişiyor. Büyük markaların olduğu büyük alışveriş merkezleri var. Global markalar henüz köylerini ve kasabalarını işgal etmemiş. Oralar, hâlâ kurtulmuş bölgeler gibi bu kültür baskısından, biraz daha ari kalmışlar.
Dünyanın diğer kültürlerinden kopuk olarak yaşadıkları dönemin açığı hızla kapanıyor. Coğrafi uzaklıkla kendilerini korumuşlar ama iletişim çağıyla birlikte çok seri bir biçimde tek kültürlülüğe doğru gidiş var.

 

@#ÖkkeşBölükbaşı ©#MedyaGünebakış

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul –-Ekim.2019-- okkesb61@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ - okkesb@turkfreezone.com,

Geriye Kalan...
Kendi düzenime “Aslında ne kadar farklıydı.” diye dönemedim. Güney Amerika’daki farkı değil de, farkın giderek nasıl kapanacağını düşündüm. Artan ivmeyle bu global iletişim ve aynılaşmaya hiçbir şey dayanmadı, dayanmayacak. Dünyada bir zaman krallıklar varmış sonra demokrasiler olmuş. Ben şimdi şirket imparatorlukları dönemine geçiyoruz diye düşünüyorum. Bu imparatorluklar da bütün dünyayı domain’leri kabul edeceği için alt katmanda güç odaklı dünya düzeni değişmiyor. Orada da aynı televizyon kanalları vardı otel odalarında. Yarın, öbür gün köylerinde de olacak. Böyle düşününce hüzne kapılıyorum. Bu özel ve eşsiz olma durumu, yörelerine aitlikler kayboluyor.
Bu seyahat, genel olarak çok hüzün verdi bana. Bunca gelişmişlikleri olan bir topluluğa, tepeden başka bir medeniyetin inip onları sıfır yok etmiş olmaları...



Orada her dolaştığım yerde bu hüznü hissettim. Nasıl kıymışlar.? Aslında bugün biz de çeşitli canlı toplulukları kıyıp yok ediyoruz. Bir hayvanın soyunu tüketmek de aynı şey, bir insan kültürünü tüketmek de. Bugüne kadar birilerinin daha iyi imkanlarla yaşaması, çok adette hizmet alabilmesi adına, insanoğlunun bir takım canlıların medeniyetlerini, kıymetlerini bu şekilde yok edebilmesi nasıl mümkün olabiliyor.? O medeniyet yaşayarak bugüne kalsaydı ne söylenceler, ne öyküler, nasıl zenginlikler katacaktı kim bilir.?
Arjantin ve Şili’de hiç yerli halk bırakmamışlar, baskı altına almışlar. Dinleri değiştirilmiş, başka kültürler enjekte edilmiş. Zorluklarla kimliklerini bir miktar koruyabilmişler. Quechua adındaki lisanlarını çok az kişi konuşabiliyor. Orada taş devri şartlarında yaşamış insanlar nasıl müthiş bir sosyal düzen kurmuşlar. Ne kadar ümit vaat edici bir topluluk vücuda getirmişler ve bu eserleri daha iyi bir yaşam için yapmaya çalışmışlar. Ve ondan sonra gökten gelen Tanrı zannederek içeri buyur ettikleri adamlar, bunları yok edip gitmiş.

Eski Dünya’dan gelen bir beyaz olarak, kısıtlı alanlara hapsedilmiş kültür kalıntılarına bakarken hiç rahat hissetmedim kendimi. Çok görmek istediğim bir medeniyet çizgisini görmüş oldum gerçekten. Ama bu, genel düşüncelerime bir hüzün daha ekledi. Mesela,
Saygon’a gittiğimde de çok büyük bir hüzün hissettim. Acaba gittiğim her yerden bir hüzünle mi dönüyorum, diye düşünüyorum. Orada da, büyük bir özgürlük mücadelesi vermiş olan Vietnam’ın bugüne gelindiğinde pop müzikle dans edip, koka kola içip, Avrupa- Amerikan markaları giyinip Amerikan şirketleri için çoluk-çocuk düşük ücretlerle üretim yaptıklarına şahit oldum. Ve düşündüm: Hangi kazanılmış savaştı bu.? Ho Chi Minh’in heykelinin altında Amerikan müziği çalınıp dans ediliyor.

İnsanların medeniyetlerinin daha zengin olduğu için daha medeni olduklarını düşünmediğim ama daha zengin imkânlarla, toplarla tüfeklerle geldikleri için yürüyüp yok ettikleri coğrafyalar var hep. İşte bu benim gönlümü yaralıyor. Amerika’da da mesela, çok mercekle aradığınızda bulursunuz Kızılderili rezervasyonlarını. Bu rezervasyonlarda kumara izin vardır çünkü orada yaşayanların topluma entegre olma, üretme ve çalışma şansı olmamıştır. Onlar da işgal altında.

Belli bir konunun filmini seyrettiğiniz zaman hayale daha az yer vardır ama kitabını okuduğunuzda hayal edebilirsiniz. Burada da hayal etmekte serbestsiniz. Seyahat sırasında 20 kişiydik ve 20 kişi de farklı şeyler düşündü ve hissetti. Kimisi, Atlantis ve Mu kıtalarından birilerinin geldiğini düşünüp kendini yüz binlerce yıllık medeniyetin uzantısı saydı. Bir kısmı, doğrudan doğruya uzaydan gelenlerle bağlantı kurdu. Onlar da hep aradıkları ve hayal ettikleri uzay bağlantılarını bulduklarını zannedip rahat hissettiler.

Bir kısmımız dünyada insanlığın çok çeşitli evrelerde hep akıl kullanabildiğini ve bilim-teknolojiyi belli şekilde yorumlayıp bir kültür geliştirebildiğini düşündü. Ben o gruba giriyorum. Bir kısım insanlar, doğayla bu kadar güzel geçinmiş bir topluluğun mekânlarında dolaşmaktan çok memnun oldular. Çünkü onlar, günümüzde doğayla uyumu yürütemediğimiz için, dünyanın sonunu getirdiğimizi düşünüyorlar. Neticede; yazı ya da yazılı anlatım olmayıp hayallere çok yer kaldığından hepimiz hayallerimize bir şeyler ekledik. Ve farklıydı bunlar birbirinden.


@#ÖkkeşBölükbaşı ©#MedyaGünebakış

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul –-Ekim.2019-- okkesb61@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ - okkesb@turkfreezone.com,


Yansımalar...
Genel olarak, gördüğüm yöreler muhakkak üstümde kaçınılmaz olarak bazı etkiler yapıyor. Bu bölgede mimari olarak beni çok etkileyen konu; eğimli alanların ne kadar efektif kullanıldığı, insan yaşamına nasıl güzel adapte edildiğiydi. Genel olarak biz düzlüklerde yaşamaya alışmış bir toplumuz, ovalara yerleşiriz. Şehirlerimizde ve yerleşim alanlarımızda da buna ağırlık veririz. Çoğunlukla bu eğimli alanlarda proje yapmayı çok severim. Duvar yapısının oluşturduğu yükseklik algısı ve onun doğayla bütünleşmesi muhakkak beni mimari olarak çok etkileyen bir unsurdu. Bir daha belli anlamlarda bir taş örgüsü yaparsam bazı farklı taş örme şekilleri kullanacağımı düşünüyorum. Orada gördüğüm taş duvarlar, yalın duruşlarıyla estetik ve doğanın bütünleşik bir parçası halindeydiler. Neden taş duvarları estetikten yoksun algılarız ve uzak dururuz.?

Alpaka ve Ben




Eğimli arazide çok sayıda istinat duvarı çıkar. Bu istinat duvarları insanları ürkütür ve korkutur taş taş üstüne duruşuyla. Halbuki güzel bir şekilde yapılmış taş duvarın da doğa ile çok büyük bir benzerliği var. Orada, taş duvarlarla yapılmış, teraslanmış alanlar da nihayetinde bir tepe inR-36tibaı veriyor ve çok doğal görünüme sahipler.
Biz, bununla geçinemiyoruz. Geçinemediğimiz sert hatlar mı diye düşünüyorum. Sert hatları yumuşatsak, daha doğayla benzer kılsak onlarla geçinebilir miyiz.? Çünkü dağlar, tepeler, yer yüzü şekli, insan hareketi 90 derecelerden oluşmaz. Zaten birçok zaman binalarımda
sert 90 dereceleri sevmeyişimin hep bir nedenini arıyordum. 90 derece sadece bir imalat kolaylığıdır. Hem yaşam için gerekli olan mekânı kurgulamakta hem de, yaşadığımız, kullandığımız materyali imal etmede kolaylık sağlar. Eğrisel yapı pahalıdır, imalat zorlukları getirir. 90 derecede boşluğu daha efektif kullanıyoruz kaçınılmaz olarak. Ama aslında insan tabiatına yatkın bir şey olduğunu da düşünmüyorum. O çok sert taş duvarları daha yumuşak hatlarla daha içselleştirebilir miyiz acaba? ■

Mehpare Evrenol


@#ÖkkeşBölükbaşı ©#MedyaGünebakış

Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul –-Ekim.2019-- okkesb61@gmail.com,

http://www.medyagunebakis.com/ - okkesb@turkfreezone.com,


Diğer Haberler

  • DARBE KİMDEN GELİRSE GELSİN KARŞIYIZ..
  • TRABZONLULAR BİRLEŞİNİZ
  • SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI…
  • KUL VE MAHLÛKAT HAKKI..
  • ADAM OLMAK–OLAMAMAK VE GAZETECİLİK
  • SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI..
  • DERNEKLER KANUNUNA MUHALEFET
  • TrabzonSporKlübü

    Nasa

    Kentim_İstanbul

    Doga_İcin_Sanat

    ABD_USA

    Department_State

    TelerehberCom

    Google_Blog

    Kemencemin_Sesi

    Kafkas_Music

    Horon_Hause

    Vakıf_Ay

    Dogal Hayatı_Koruma

    Seffaflık_Dernegi

    Telerehber

    Sosyal_Medya

    E-Devlet

    Türkiye Cumhuriyeti

    BACK TO TOP